BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP XIV


Ağustos ‘22

‘’Artık her şey yolunda, aç gözlerini.’’

Apollon’un ayak uçlarında gözlerim sımsıkı ve kokuşmuş ayak uçlarında dönedurup yaşamın kendimi burada bir portatif sandalyeye atıverince, nihayetinde Akdeniz’in ufka doğru mora çalan mavisini gözlerim açıkken koklayamazdım, o hâlde omzumda yoktan beliriverip içten bir öpücükle bana gözlerini aç dediğinde Sophia, tebessüm etmekten başka yapılacak bir şey de kalmamıştı, görmüyor musun yine etrafım sapasarılmış yine, yüz milyar nefesi aynı anda alıyorum ve şakayık rengine benzeyen mırıltılar çıkarıyorum yaş dudaklarım arasından, belki bir Rilke şiiri, oysa ben gözlerimi hiçbir vakit yorulduğum için kapatmadım sevgili dostum, hiçbir vakit gözlerim apaçık bu tarumar yeryüzünü tanımaktan yorulmadım ki, hatta parıltılarını kışlık ceplerinde veyahut pazar yerlerinde unutan vesika memurları beni bir aylak olarak dahi zikrettiler bazı bazı, bir orada uyuyor ve bir burada oyalanıyordum, hiçbirimiz haksız değildik günün sonunda, haksız değildim ama gözlerim korktuğum için de kapalı değildi, Apollon Tapınağı’nın dibindeki mermer kaideye çökmüş Akdeniz’de bir kez daha günü batırıyordum, bu bir şiir olsaydı günölüyordu derdim ama günü batırıyordum, bir şiir olsa eklerdim, nihayet varılacak yerdeyim işte, yıllar yılı koşulsuz şartsız bir dinginliğe ulaşabilmek için yazmadım mı her harfi, öyleyse Sophia haklı ve gözlerimi açabilirim sahiden, belki de her şey gerçekten yolunda.

Bu bir şiir değil kardeşim. Varılacak yere neden bu kadar erken, erken mi sahiden, daha bir gölgem bile yok daha doğru düzgün bir nutuk bile atamadım dünyaya hassiktir, neden bu kadar yalın bir zihinle, yalın mı sahiden, yalın çünkü gözlerim sımsıkı kapalıyken zihnimin içinde tek bir hışırtı bile duyulmuyordu, neden bu kadar pişmanlıksız, evet pişmanlıksız, bazı zamanlar kızıyorum kendime bundan / acaba diyorum anneciğim beni kundaklarda mı arındırdı pişmanlıktan, yahu neden bu denli kayıpsız geldim? Bütün bu cümleler belki de her şeye retrospektif bakmanın doğurduğu yanılgılardır, evet farkındayım, ama işte şu anda, ama işte bu kıymetli anın tam ortasında hissettiğim şeyler bunlarken bir başka cümle yazmak yanlış olurdu ve geçip gidenlerin hiçbir ehemmiyeti kalmamıştı işte. Ich habe dir gesagt, bu cümleden nefret ediyorum ama bu kez hakkın var Sophia, du hast mir gesagt sahiden, nihayetinde nefret ve aşk aynı duygunun farklı tezahürleridir yalnızca, ve tecrübelerden en otantik olanları tecrübelerin böğrümüzden soktuğu kalınca demirlerdir bilirsin, bazen daha ilk darbede bazenleriyse yavaşça kan kaybede kaybede ölür gideriz, ama kendi karnımızdan yeniden doğmak için bunun şart olduğunu o zamanlar bilmeyiz, işte her şey gerimizde kaldı ve işte her şey önümüzde, bir Kaş gecesinin melteminde şarabın yeni tadı ve  çürümüşlerinden sonra bir bedenin yeni sıcaklığı, yeni sorular ve yepyeni cevap bulamayışları zihnimin, nihayetinde benim için her şey yolunda olmamalıdır, çünkü hakiki bir yüreği olsun isteyen hiçbir zaman varamaz.

Eylül ‘22

Parmak uçlarıma bir sarılık musallat oldu. Bolca Dante okudum. Osman’ın anneannesini defnettik.

Ekim ve Aralık ‘22

Dünyayı yaramaz bir huzur içinde tefekkür ettiğim bir an aklıma şu soru geldi: Ben bir tanrı olsaydım neyin tanrısı olurdum baba? Tatlı suların tuzlu sularla birleştiği kavuşgâhların tanrısı mı, elbette hayır, gerçek dediklerimizi sadece ve sadece onları ilk elden deneyimlememize dayandırıyorsak nasıl bunu iddia edebiliriz ki, büsbüyük hakîkatler büsbüyük sessizlikler getiriyor ve durum böyleyken benden nasıl bir kavuşgâh tanrısı olabilir, geçelim. Belki de rüyaların tanrısı olabilirdim, ama yaşam yalnızca gelip geçenleri seyrettiğim bir kâbus olmasın diye neleri parçalayıp kurumuş kuyulara atmadım ki, yaşam beni sokak ortalarında kusturan simli ve şekerli bir düş olmasın diye kaç düş tacirinin kafasını koparmadım, öyleyse rüyaların tanrısı benim soyumdan gelemez, geçelim. İhtimaldir ki kadim kauçuk ağaçlarının tanrısı olabilirdim fakat şadırvanlarda kendisini uğurlamak için abdest alırken ağlamak nasip edilmişlere bu vazife yakışmazdı, geçelim. Ya sonsuzluğun tanrısı, sonsuzluk denilen kavram her şeyin aynı derecede merkez olduğunu ileri sürebilme hakkından başka bir şey değilken bunu da ben kabul etmezdim sanırım, geçelim. Sonsuzluğun tanrısı olmak istemiyorsam belki de ölümün tanrısı olmalıydım, gel gör ki neredeyse koca bir sene gelemedikten sonra yanınıza, labirentlerin tanrısı olmamak için aylarca çapraşık labirentleri çözmeye uğraştığımdan sebep, beni ilk gördüğünde ‘’ya birimiz ölseydik oğlum’’ demiştin ya baba, bilmiyordun ki benim korkularımın yanında ölüm ancak fırtınalı bir kış gecesini pencereden izlemek kadar korkuludur, o hâlde ölümün tanrısı olmayı tanrıyı öldürenlere bırakalım ve geçelim. Belki de savaşların tanrısı olmak yakışırdı bana diyelim, bir keresinde Beylerbeyi’nde arabayı aniden sağa çekip güzeller güzeli bir ağacı izlemeye dalmıştım, öyle istedim çünkü, çünkü hiçbir zaman acelem de olmadı benim, ‘’savaş bitti ama belli ki meydanı terk etmiyorsun’’ dedi o zaman bana ön koltukta oturan arkadaşım, her şey için çok geç olmasından korkan gözleri vardı, coşkuyla savunulan her şeyin muhakkak bir zayıflığı gizlemek için savunulduğu ve bütün güçlü kalkanların arkasında kesinkes zayıf ve cılız bir kılıç sakladığı savaşların tanrısı olmak mı, kimi kandırıyorum ki, insanın bir diğeriyle yaptığı bütün savaşları gördüm; insanın bir diğeriyle yaptığı gürültülü yahut sessiz, uzaktan yahut yakından, kelimelerden yahut silahtan, ipekten yahut demirden bütün savaşların şahidi oldum. Bir diğeriyle herhangi bir bilinç seviyesinde savaşmak ancak ve ancak kendisiyle savaşamayacak kadar korkak olanların zayıflığıyken, ama işte öyle dizayn edilmiş bir var oluşun içerisinde savaşmadan da devam edemiyorken yaşama, savaşların tanrısı olmak beni en iyi ihtimalle hiç durmadan iğrendirirdi, geçelim. Diyelim ki hoyratlığın tanrısı mı olabilirdim, şimdiye dek hayatın çoğu virajına hoyratça daldığımdan bu makâmı bana uygun bulabilirlerdi, ve hatta tanrılar tanrısının kapısı önünde uzunca dilekçe kuyrukları bile oluşabilirdi, şair olmak beni anketlerde birkaç puan öne de taşırdı hem, ama sonra hoyratlığın zıttı olmaya etiyle kemiğiyle adanmış, adeta bu minvalde somutlaşmış kadar eli yüzü düzgün bir insanevladı çıkıp yirmili yaşlarımın başından bir kaset ortaya atardı kesin, ağlamaklı bir ses tonuyla: ‘’Sizlere az olan neden değerlidir diye sormuyorum ey insanlar; sizlere az olan değerlidir, ama neden, bunu soruyorum.’’ diye geveleyen tuhaf bir herif olarak ben, bu yaşımda bile hoyratlığın tanrısı olmaya layık olmadığım anlaşıldığından başka bir şey düşünmeye başlardım kuvvetle muhtemel, geçelim. Belki bu başka şey arzuların tanrılığı olabilirdi, olurdu olmasına ama bu sefer de tanrılar arşivinden birkaç tutanak ortaya atılır, hesap vermem istenir, tavizler verilmesi iktiza eder, arzularını yaşamak her zaman kendinden taviz vermek demek değil midir nihayetinde, böylece mevzu uzadıkça uzar ve ben de sıkılıp adaylığımı geri çekerdim herhâlde, geçelim. Keşke hülyâlı gözlerin tanrısı olabilseydim, bak bunu sahiden isterdim baba, o zaman belki derdimi anlatabilirdim ve o zaman belki bu alık alık bakan insanoğluna elle tutulur bir şeyler verebilirdim, fakat yıllarca uzanamadığım bir yerden kendi kendine düşmesini beklediğim çakının sızısıyla ben; boylu boyunca bir sızıya benzedikten sonra hangi gözlerin içine bakıp da hülyâlarımdan bahsedecektim, evet, çakı düştü ama ben düşmedim, sızı bitti ve ben yürüdüm yine yolumda, yine de hülyâlı gözlerin tanrısı olsaydım başımı dizlerine koyduğum hiç kimse bir adım daha atamazdı şu dünyada, geçelim. Geçelim bütün bunları ve bütün bunlardan sonra, ne olur benim için tanrıların tanrısına dua et baba, bendeniz dua etmek nedir pek anlamıyorum, güzel ağaçları izlemekten anlıyorum saatler boyu ve ciğerlerimi yakarcasına derin bir nefes almaktan, dünyayı bir şiirin içine sıkıştırmak için uzun uzun yürümekten anlıyorum, o yüzden benim yerime sen dua etmelisin, çünkü benim kendi ellerimi gökyüzüne kaldırmam artık hakikati baltalamak olacaktır, dua et benim yerime ve de ki: Ey en büyük olan, onu bir insan olarak yürüt yolunda, kopacaksa ayakları eğer kopan iki insan ayağı olsun, kopacaksa kafası eğer kopan bir insan başı olsun ama ne olursa olsun, tanrıların sefaletini yaşatma evladıma.

Ocak ‘23

Parmaklarıma iyice tebelleş olan sarılıktan nihayet kurtuldum, hüvelbâki. Bunu ilk fark ettiğimde neredeydim, ne yapıyordum hatırlamıyorum ama şu an, bilmem kaç bininci satırları işliyorken kağıda, kağıdın beyazlığı ve parmaklarımın beyazlığı arasındaki uyumu fark ettiğim vakit, evet işte sahiden kurtulmuşum dedim, geride bıraktığımız her şey bir parmak sarılığı gibi kurtulduklarımızdır, bir kez daha kağıt kesiği gibi bir cümle ve ben bunu öyle amansız katılıkta bir cümle olarak yazmasam da öyle okuyabilirsin belki, kurşun geçirmez bir zırh olarak adledebilirsin ya da bunu acımasız bulabilirsin ve birbirimizi öldüresiye kavga ettiğimiz bir gecenin ardından evlere dağılmak üzere sarılırken kulağıma ‘’sen bu kadar acımasız değilsin’’ diyebilirsin sahiden de doğrusal olmayan zamanın içinde, sevgili ağabey, biliyorsun ki kendimize çok fazla şey yaptık, kendimize bir insanın kendisine yapmaması gereken kötülükler yaptık, kaç dünya mesafe koyduk kimi zaman kendimizle aramıza ve bunun öyle elle tutulur bir nedeni de yoktu, öyle bir çaresizlikle kendimizi cami avlularında kıpkırmızı gözlerle bir sabah ezanının büyülü makâmını dinlerken bulduk gecelerce ve dışarıdan görenler it gibi üşümek diyorlardı buna, en hafif tabiri it gibi üşümekti çünkü bunun ama hiçbir vakit kendimize acımadık ve hatta aklımızın ucuna bile getirmedik bunu, böyle böyle bir şeylere acımayı unuttuk, acınacak bir şey varsa artık bizim gözlerimiz kör ve kulaklarımız sağırdı, cami avlularında bizim ne çeşit bir ibadete kalkıştığımızı görmeyen mûminler buna bir gönül mühürlenmesi diyebilirlerdi anlatsaydık ama anlatmadık, sustuk, sustuk ve hep sabrederek sustuk, kendi zihinlerimizde hiçbir kapıyı sertçe kapatmadık ve ayak uçlarına basarak yürüdük en küçük bir sese mahâl vermemek için, iskelelerde betona çarpan dalganın sesini kullandık ağzımızdan gayriihtiyari çıkan sesleri örtbas etmeye ve bir kaval kemiğinin kırılma sesini, bir kalbin kırılma sesi olsaydı onu yeğlerdik belki, ama sessizlik zaten bir kalbin kırılmasıdır ve bu sersefil ahvâlimize bir lokma üzülme imkânı olan herkesten bütün şehirlerde ve dünyanın her köşesinde kaçardık ama zamanın en küçük bir birimi içinde dahi kendimize acımadık ve işte bu yüzden acımasız denildiğinde bana, başımın üstüne koyup kabul edeceğim bunu. Sonra bir başka günkü kavgamızı tam ortasında durdurup, kalbim yüz elliden fazla vurmaya başladığından değil, gözlerim acıdan falan dolduğu için de değil, bir gün toprak olup gittiğimde geriye ne bırakacağıma dair bir endişe taşıyor olmamı endişeden sayanlara öfkemden hiç değil, sadece ve sadece şaşkınlığımdan duraksayıp ne yani diyeceğim, gerçekten acımasızlık mı diyorsun bunun adına, kimi zaman bir şeyler hiç adı konulmadığı vakit oldukça meşru iken sırf ona bir isim verildi diye artık yapılmaması yahut hissedilmemesi gereken bir şeye dönüşebiliyor, sırf ona bir isim verildi diye çünkü hiçbir zaman böyle şeylere doğru isimler verilmiyor, yalap şalap bir şey tercih ediliyor genelde ve ona en yakın anlam dünyasına hızlıca katışıversin isteniyor, hızlıca bizim zihinlerimizde bir karşılığı yaratılsın ve bizler, bizler ki yüce Tanrı’nın yeryüzündeki ulu halifeleri zihinlerimizi biraz daha kusursuzlaştırmanın gururuyla devam edelim yaşamımıza, ne de olsa bunu kendine dert edinecek kimse yok şu dünyada, ne olur yani beşinin onunun kalbi bu çelişkilerden dolayı düğümlenip kalsa değil mi, ne önemi var ki bunca serencamın içinde, tedavisi bulunmaya dahi zahmet edilmemiş bir hastalık olarak kalıversin tarihte. Ben bütün bunları söyledikten sonra ve kalbim yüz elliden fazla vurmaya başladıktan sonra ve gözlerim dolduktan sonra ve artık öfke sahibi olmayan bir adam olduktan sonra devam edeceğiz kavgamıza. Biliyor musun, artık neyi yitirdiğinin farkında olmadığı için neyi yitiriyor olduğunun da farkında olmayanlara üzülmüyorum. Dönüp bakmıyorum bile uyarmak için. Beni işaret eden parmakları kırmak için peşlerine düşmüyorum artık. Küfeme ne koyuluyorsa hiç ses etmeden taşıyorum. Hayat kısadır denilen bir akıl tutulmasına kâni olmuşlara siktirin lan oradan bile demeye zahmet etmiyorum inanır mısın. İşte ben, bu yıldızlı tantanayı hâlâ seyreyleyeduruyorsam da artık bu engin fezâyı fetheylemek gibi bir amaç gütmüyorum açıkça. Acımasızlıksa konuştuğumuz, daha da gerçeğini bilmiyorum. Şimdi sana, içten sevgilerimle.

Şubat ve Mart ‘23

Ölüm münferit bir şey olmalıydı. Bilge’nin annesi ile halasını defnettik. Günlerce hiç konuşmadı. İstanbul’a dönerken ‘’Ölüm bu kadar yaklaşmışken onunla karşılaşmak isterdim’’ dedi yalnızca.

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP XIII


Gökyüzünden tiftiklenmiş pamuklar gibi yavaşça yeryüzüne düşen karın büyüleyici tezahürünü seyrederken, yani o sıcak bir öğün tarafından yakılmış damağın uyuşukluğuna benzeyen vakitlerde, kendi sinirimi dahi bozan sessizliğimi ellerimle hercümerç edip iki üç yerli yerinde cümle kuruvermeyi ben de isterdim. Öte yandan, asla çözülemeyecek bir denklemin içindeki önemsiz bir bilinmeyenden ibaret olduğum zamanlar, her birinin ucu başka başka sütunlara bağlanmış kaç bin halatın amansız bir kaosa tâbî vaziyette kavuşup kördüğüm olduğu zihnimi dindirerek susmak, susabilmek de elimde olsaydı becerebilirdim belki. Gel gelelim, bu sessizliğin bir ortası yok. Bütün terütazeliğimle kurduğum büyük ve keskin cümlelerin; kendi kaderini yazdığından bihaber ve pekâlâ sonu düşünülmemiş gibi görünen, yaşamın bütün tahriklerine kapılıp kavgalara davetiye çıkardıktan sonra ağzı yüzü darmadağın bir biçimde gerisin geri sırtını ölüme yaslayan bu aymaz tavrımın hikmeti işte budur: Kulaklarımı yırtıp tapaladıktan sonra bütün kanı içeriye içeriye akıtan bu sessizliğin bir ortası yok. Nasıl ki çaresizsek yaşamın en mümkün anlarında bile yüzümüzü ellerimize döken öz zihnimize karşı ve nasıl ki çaresizsek bir masaya oturan dördümüzün dört mukaddes kitap gibi sonsuzluğu arzulaması karşısında, kuşkusuz hep arzulanan bu sessizliğin karşısında da öyle çaresiziz. Çünkü hem biri diğerinden kötü olmayan hem de biri diğerinden açıkça daha kötü olan yol ayrımlarında bizi mıknatısî bir kuvvetle özümüze doğru çekenin kendi özgür irademiz oluşu, elbette  kucağımızda bir çelişkiyle kalakalmamıza sebep olacak; işte o kalakalışın tam ortasında hiçbir zaman çözülemeyecek bir denklem ve işte belki sonsuzluğun gidip görülemeyen yuvarında bu denklemi çözebilecek bir veri vardır gibi manasız bir umuda doğuştan meyilli olmak bizlere, sonsuzluğu arzulamak ile sessizliği arzulamanın arasında, tıpkı kendimden başka hiçbir şeyin olmaması ile bir kendimin olmaması arasındaki gibi, hiçbir fark olmadığını söyleyecekti. Bütün bunların içinden belirgin zikzaklar çizerek sıyrılıp bugünün tefekkürlerine varınca, karşımda o hep mevzubahis ağacın değil de tecrübeli bir ölünün hissizliğiyle oturmanı, her şeyin öylece bir çığlığın içinde silinip gitmesini anlayabiliyorum. Hâlbuki çoğu zaman yersiz bir karamsarlığa bürünmemek için dile getirmediğimiz -getirsek de elini eteğini geri çeken- cümleler, tam manasıyla yersiz bir karamsarlığın suretine bürünmüş yaşamın çapraz ve düz ve girdiliçıktılı bulmacalarındaki kutucukları doldurmaya yetip; ilâveten, ilkin kâni olduğumuz yansımaların yamukluğunu göstererek plastik armutları andıran ama her ne hikmetse nefes de alabilen şeylerin sikindirik estetiğine kibritin suyunu dayıyor. Böylece ufkunardı gibi susup cepotogarları gibi konuşmaya başlıyoruz. Yolumuz bir çay ocağına düşünce, birimiz bir ufkunardına birimiz de bir cepotogarına benziyor. Cepotogarı sokaktan geçen insanların dudaklarını izleyip -kim bilir belki birkaçını öpüvermiştir bile- sessizce ufkunardının yakın arkadaşı olan doktoracıbademkurabiyesini beklerken ufkunardı ansızın cepotogarına ‘’son zamanlarda cepotogarlarına çok benzedin’’ diyor, cepotogarının koca kafasından aşağı kaynar sular dökülüyor ve alınıyor buna ve birkaç gün uyutmuyor bu cümle onu, dişleri gıcırdıyor, peşine cinler versin diye beddualar ediyor ufkunardına ve kinleniyor ve bitleniyor, ertesi buluşmalarında yakasına yapışıp sanki bilmiyordun diyor sanki bilmiyordun kibrim benden çok daha büyüktür ama umrumda bile değildir dünyalanmak sanki bilmiyordun gayriihtiyarî dünyalansam da yerçekmez beni sanki bilmiyordun bu sessizliğin bir ortası yok, sanki bilmiyordun diyor: Düşmanını haricindeki dünya sananlar esasında bir boşluğa kılıç sallıyorken ve hiçbir mukavemetle karşılaşmayınca da yorulmayıp utkun bir renge bürünüyorken günün birinde yegâne düşmanının kendi zihni olduğunu ve bununla savaşamayacaklarını anlayanlarımız elbette en iyi ihtimalle var olduğu çoğu sahneyi yitirip bir süreliğine de olsa çıplak ayak bir seyre başlıyor, süt emdiği memeye varana kadar bütün yurtlarından sürgün ediyor kendini ve garîbleşiyor, bazı bazı bitkinlikle bir ötekinde var olmaya çalışıyor hatta, ama sonunda bir ötekinden hiçbir şey devşiremeyeceğinin farkındalığı içinde ortası olmayan sessizliğin bir o ucuna bir bu ucuna gidip geliyor. Bu ne olması gerekendir ne de kaçılması gereken. Ama nihayetinde her birimiz kırk ömür yaşayacak olsa bile kırkında da aynı yoldan gidecek işte; çıplak ayaklarının her gün biraz daha sancımasına, her köşebaşında yassı hançeriyle bir haşhâşînin beklediği o şimşekli bilinç ülkesinden başka yurdu olmadığını anlamasına, bir ötekinde var olmanın bedelinin ötekilerde kaybolup geri dönememek olduğunu bilmesine ve varoluş günden güne genişlerken zihni tek bir ana sıkıştıran gürültülere rağmen apoletlerine pişmanlığı yaklaştırmıyor bile. Altı üstü süzülüp gitmek işte bu, altı üstü göz kapaklarımda bedensiz bir telaş, bu sessizliğin bir ortası yok.

Ne diyelim, bizlere alfabeyi öğretenler bunun bedelinden bahsetmemişlerdi ağabey, madem bunca kandırıldık ve kandırılmak da küçük küçük işimize geliyordu öte yandan, öyleyse bir çorbacıda sessiz sedâsız çorbamızı içerken veya sicimlere muhtelif yollarla bir kuvvet uygulayıp öngörülemez hareketlere sebep olurken evrende ve hatta hiç mi hiç utanmadan kendi histerimizi göz ardı ederek mevsimlerin histerisinden bahsederken, kısaca hayatın en sıradan anlarında bile bizleri mıh gibi olduğumuz yere çakabilmeyi beceren hayal kırıklığını buz gibi hak etmişizdir. Yalnızlık bir kelimedir, harflerle yazılır dediklerinde dudaklarımızı büzüştürüp kafamızı yukarı aşağı salladıysak; bir güvercin kafası koparır gibi kafamızı tutup yerinden söken bu anaforlara kapılmamaya hakkımızın ve gücümüzün olmaması, yine kafamızı aşağı yukarı sallayarak kabulleneceğimiz bir şey olmalıdır. Çünkü anaforlar hep bir ötekine inanmakla devinir ve kendini dosdoğru bir çizgide sanıp geleceğe meyyâl olmakla hızlanır, sonra -kesin az önce bir günahın içine daldırılmış olan- ellerimiz o amansız sevilerimizin yumuşacık yüzlerine dokunayazzzzzzdığında KAPIVERİR bizi oradan. Bu böyledir. Anaforların bizi parça parça ederek sürükleyeceği yerler ise günışıksız, basbasbasınçlı, duyuların bütün işlevini yitirdiği ve dolayısıyla tek etkileşim şansının eylemsizlik olduğu rezalet bir derinliktir. Düşüncenin hududu da budur. Ardından, Sisifos Söyleni'de de tarif edilen gibi bir tercih yapılması gerekir. Ya felsefenin tek gerçek sorununa tutunarak yüklerden kurtulup yüzeye doğru çıkılır, cesaretin de vardır hani buna, ya da burada kalınır ve bu yabancı dünya keşfedilip anlatmaya çabalanır. Biri diğerinden daha kötü değildir. Biri diğerinden daha iyi de değildir. Burada bir şeyi diğeriyle mukayese etmek yalnız vakit kaybıdır. Ama buraya gelmenin koşullarını sağlayıp sağlamadığımızı bilmiyoruz, öyleyse sürdürelim, yalnızlık bir kelimedir ve harflerle yazılır dediklerinde kafalarımızı yatay bir düzlemde hareket ettirip bunu reddettiysek, evrenin gözçapağı kadarcık bir noktaya sıkışmış olduğu zamanlardan beri var olmuş bütün bilinçler bizimkilere bir zemin teşkil etmiş, bir yandan da tarih bizim tevellütlerimizle beraber nihayete ermiş ve bir yandan da hakîkaten olmuş olan ile olacak olan her şey olup bitmiş demektir. Evet, sadece bu kadar. Reddetmiş olmak bir kazanım yahut ceza sunmayacaktır bize, yalnızca kaynağında bir çeşit tıkanıklık olan birkaç çıkarımın tıkanıklığını açacak ve parmaklarımızı gerginliğinden kurtarıp ‘’evet, işte bunlar böyle oldu.’’ gibi pratik bir düzleme döşek sererek kışyazilksonbahar uykusuna dalan cümleler kurmamıza vesile olacaktır. -Not: Mektubun tam burasında, ‘’bunların elle tutulur bir tarafı yok’’ adlı barbar yumruklardan sonra ağzımdan fırlayan dişleri biriktirdiğim kavanoza hınzır bir bakış atıyorum.- Bütün bunlardan damıtılan sorunun ise bunun ret mi yoksa kabul mü edildiği olmasında elbette şaşırılacak bir taraf yok. Yani anaforların bizi götürdüğü o karanlık deniz diplerinden mi sesleniyorum sana, yahut nispeten küçük kendi algı havuzumun içinden mi? Sessizliğin bir ortası yok diyordum ısrarla, bir o ucu bir bu ucu diyordum; öyleyse yalnızlığın neden bir ortası olsun ki? 

Geniş zamanla çekimlenen bu kadar cümle beni ve bu mektubu yormuş olmalı, ben parmaklarımı boşaltıp biraz dinlenirken sana da okuman için, diğer Jöntürk’ün şimdilerde hatırlamadığım bir sorusuna cevap vermeye yazıp yolladığım ama bir yanıyla da bu mektuba iltisak eden kısa bir notu, hiç eksiltmeden buraya eklemliyorum. Döneceğim, 

Kardeşim,

Belleğimi zorlamaya cumartesi sabahını bekledim. Şüphesiz geciktim ama niyetim bütün haftadır boğuştuğum angelece ve gormonca tercümelerin içinde ana dilim babamcayı unutmaya yüz tutmuşken seni geçiştiriyor gibi özensiz bir cevap vermemekti. Ofisten bu haftalık iki bin tirable verdiler, şimdi buna ekmekparasıdırişte dersek haftalık iki bin tirable oldukça iyi, ama mektubumun bu kadar gecikmesine değer mi bilmem, her neyse. Günlerden cumartesi ve ben kendimi müzmin bir objenin tükenmişliğinden sıyırarak Yıldız Parkı’na çekildim. Bir ipucu varsa oradaydı çünkü, o ağaçların altında mevsim yaz olsa bile yüzümü serinleten serin rüzgârlardaydı, belki de o kokuda. Çocukken, dayımın kurutmaya hasat ettiği nanelerin toprakta bir süre daha kalan keskin kokusuyla mest olduğum kısacık bir imajı çağırıverdim hızlıca. Bela! Düşündüm, düşündüm, vızvızvız arılar ve uçanböcekler etrafımda düşündüm, Rabbiküm onu düşündüm, kardeşim seni ve bizleri düşündüm, birkaç ay sonra bir başka kıt’aya taşınacağın haberini aldım bunu düşündüm, omzumda ilk yeminimden beri duran elini düşündüm.

Bela. Bela. Hatırladım. Ne büyük hengâmeydi o gün, zelzele başlayınca anlamıştım, omzumuza bir kılıç değdirilecekti korkuyorduk ve sana bağırdım fakat elestübirabbikümün heybetinden duyulmadı, diz çök kardeş yoksa seni benden daha önce atacaklar dünyaya diz çök, ah ilk ve son yeminim, bizkendikaranlıkülkemizifethedincekendimizebiledizçökmedikki, ortalık zangır zangırdı beni duymadın, rabbiküm sesimi aldı omzuma bir irade kılıcıyla dokunmak için beni duymadın, yapılabilecek son bir şey kalmıştı, eline bir avuç toprak sıkıştırdım, yüzüne baktım sonra, yüzündekesifbirnanekokusu, orada vedâ etmek elini kanatıp kopardığın bir gül vermek gibiydi, elindeki toprağı sakla beni bununla bulacaksın gidilen yerde diyordum gözlerimle, berrakgöğe kalktı işaret parmağım, bu bir vedâydı,
ah ilk ve son yeminim,
elestübirabbiküm?
bela!
bela!
Sakın beni unutma.

Döndüm, görüyorsun ya işte daha yalnızlık ve sessizlik yaratılmadan önce bile yalnız ve sessizdim diyip bu bahsi kapatmak için. Hatmiisrafil’in ardından biraz da Cebrail’i konuşmak için döndüm. Şu meçhûl ben bile haftalık iki bin, bilemedin bin beş yüz tirableye esasında benim olmayan işleri yapmaya çalışıyorken koskoca başmeleğin tam yetmiş iki bin bilmem kaç haftadır kendi işini yapmadan bir yerlerde beklediğini düşünmek beni hep şaşırtıyor.  Bunlar Cebrail gibi sıkıldığından oluyor diyorum kendi kendime, hep böyle sıkıldığında kafandaki tozvegazbulutları yoğunlaşıyor, hep böyle sıkıldığında büyütüyorsun küçüklüğünü ya küçülüyor yüreğinin yamaçlarına inşâ edilmiş evlerin pencereleri, böyle bir başmelek gibi sıkıldığında kendi kendine vahiyler getiriyorsun ana diline çeviremediğin bir lîsan ile yazılmış. Ama sıkılmak olmadığında ben varım, gözlerim var, burnum var, ellerim sevilerimin yumuşacık yüzlerine girdapsız dokunuyor, sokaktaki parktan çocuk sesleri geliyor ya işte çocuk oluyorum çocukla, seksek oynarlerken koşup bir sek de benden diyorum size, ebe siz olabilirsiniz bana kör dediydiler zaten ikiüçkez falan, saklandıydım da sonra ben bile saklandığımı unuttuğumdan yerimi bulamadı kimse, ben ölünce ölüm de ölmüş olacak zaten ya muhakkak öleceğim dediğimdeyse onlar anlamıyor ama ben anlıyorum bunu ve korku morku kalmıyor ikiüçkez tur atınca dinginliğimin içinde. Amavelakin sıkılmak hep var. Ne olacak bu işin sonu diye içleniyorum sonra, içlendiğimde ne olacak, sonra bir şey olacaksa içlendiğimde o şey olduktan sonra içlerimde neler olacak, yani nihayetinde eeee sonrası? Öfkeliyim ağabey, çakıl taşlarıyla bile kavga ediyorum şimdilerde, seni buraya koyanın ta on beş kuşak arkasını göreyim diye küfür ediyorum ve kilitleniyorum öfkeme ve çıkmıyorum, kaval kemiğimi bir yerlere vurmadan dönmüyorum hiçbir yerden, yerçekse diyorum bir yerçekse beni de yörüngesine girsem şu insanların ve köklerine kibrit de neymiş dinamit suyu döksem ve desem ki boşluğunuzu doldurmaya ancak ölümün gücü yeter çünkü bir tek dolaylı korkmalardan anlıyorsunuz siz, ama benim için bunu kabul etmeyip daha fazla yaşamakla boşluklarınızı genişletmenizde de bir sakınca yok, şişin şişin şişiiiiin ve patlayın, cehennemlere gidin hani bu dünyada kendinizi ötekilere satamadığınız her an gittiğiniz kör cehennemlere, tüketin ve hatta alın ölümü bile tüketin beyninizden akan salyaların asidiyle, gözünüze dizinize dursun ve hatta ölümü bile tükettikten sonra ortalıkta ‘’ölümü de yiyip bitirdik ziyade olsun, tatlı niyetine de ölümden sonra dirilip yaşamayı yeriz’’ diye dolaşın, benim açımdan hiçbir sorun yok, ben ne herhangi bir şeyin sahibiyim hayatta ne de kendinde sizleri yargılama kudreti gören bir beniâdemim, kaç kere anlatacağım kaç kere yalnızveyalnız bir sokak köpeği olduğumu ama öyle kaynaksız bir öfkem var ki işte ne yapayım bir kere dökmüş bulundum kökünüze dinamit suyunu ateşe vermezsem olmaz, olmaz on beş kuşak arkanızı görmezsem. Nihayetinde ne zülfiyâre dokunuyorum ne de kırılanlarımız yen içinde kalıyor ama görüyorsun ya ağabey, dizginlenemeyen şeyleri dizginleyemediğim vakit adına öfke diyorum. Bir öteki teskin niyetiyle elini omzuma attığında ‘’bunda kesin bir hinlik olmalı’’ demem de bundandı, aynı el aynı omuzdan yavaş yavaş yukarı çıkıp boynumu kıracak olursa kendi boynumun kırılganlığını sorgulatan da bu. Anlayacağın bu öfkemin bir ortası var, ama Cebrail uyumadığından düş görmüyorum. 

Muvakkit geç oldu diyor, toparlayayım. Engin Bey’e ‘’size de iyi akşamlar’’ dedikten sonra oradan ayrılmakçün ayaklandım. Yolum uzundu ve son vapura yetişebilsem iyi olacaktı. Zaman ile aramı yeni yeni düzeltiyorken bu tarz küçük gerilimleri de hesaba katmıştım elbette, sorun yoktu. Şöyle bir yokladım kendimi. Şöyle bir süzüldüm ya kuşbakışı kendime, kuşların bir lahza kör olup peşînen geçeceğim yollara sıçmaya karar verdiklerini hissettim. Uzun süredir şehrin üstüne çöken yağmur nihayet dindiği için -sanki benim üstüme çöken bir kâbustan kurtulmuşum gibi- hafiflemiş hissedince bir anlığına, yürüyeyim dedim, kaçarsa kaçsın vapur, en kötü Jöntürk’e doğru yol alır onda uyurum bu gece. Termosumun dibinde kalan soğumuş çayı Engin Bey’in çiçeklerine döktüm. Aradan birkaç yabanıl otun da nasibi varmış ya neyse, sonra Bebek’e kadar oldukça dingin bir zihinle, hiç gürültü etmeden, dokunmadan olana ve bitene, yürüdüm. Orayı bilirsin, alametifarikası çıldırmış bir kalabalıktır, onların da içlerinden zorlama zikzaklarla geçtim ve nihayet Ortaköy Camisi’nin dibindeki -evet tapusu mâbedin olan- köşeye ulaştım. Vapur kaçalı çok olmuştu. Uzun yürüyüşlerimizin ardından hasbelkader hep aynı geyiği yaparım bilirsin, derim ki bir başka şehirde bu kadar yürüsek ayaklarımız şişer ama burada fark bile etmiyorsun, sen de bunun hikmetini sorgular gibi çeneni kaşır ve düşünürsün, eğer hava soğuksa ‘’tamuna koşayım donduk b’oğlum, sıcak bir yere sinelim’’ dersin ekseriyetle. Her halükârda hava soğuktu ve senin burada olmadığın zamanlardandı, o yüzden bütün bu teamülleri tek başıma yürütüp o köşebaşına ulaştığımda kaburgalarım öncekilerden daha fazla batıyordu ve her soluğumda biraz daha üşüyorken bir yandan da ormanların bittiği yerde neyin başladığını sormaya koyuldum kendime. Gözlerimi kapattım. İki derviş ile dört meleğin hikâyesi, derviş olmak için yola çıkanla dervişlikten dönenin yeryüzünü hasta eden karşılaşmasıyla kupkuru bir ormandaydık en son, tamam da şimdi hangisi diğerinin yanında yolculuğuna devam edecekti? Bunu ben merak ediyorsam, derviş dönmesi de illaki merak edecek ve soracaktı, dervişliğe namzet olan elbette yolundan dönmeyecek, sonuçta her hikâyede zamanın yönü acının yönü de değil midir, ama Dönme’yi de kaderine terk edesi olmadığından bir yandan, ya terk edilmektiyse kaderi, bir ortası olmalı dedi bu işin Namzet, bir ortası olmalı ama nasıl? Sonra ufkunardına bakıp ormanların bittiği yerde neyin başladığını sordu Dönme, bu sorunun onları nereye götüreceğini kestirmek için ikisi de şimdi zahmetli bir mesaiye başladı. Belki birkaç saniye belki yetmiş iki bin bilmem kaç hafta geçti bilemeyiz, Namzet bir zincir şangırtısıyla her yerlerini saran upuzundümdüz kavaklara kitlediği sesini alıp aniden, ormanların bittiği yerde dedi, bazen derme çatma bir şehir başlar, öyle derme çatmadır ki şehrin ormanın içine değil ormanın şehir içine yürüdüğü sanarsın, bazen bir bozkır başlar, güzelavrat ısırgan ayrık ne ararsan bulacağın bir bozkırdır ama edepli olmak gerekir ki sonuçta ot zehirli diye toprağı suçlayamazsın bununla, bazen de bir deniz başlar, yalnız dışdışa kaçabilmeyi beceren bir deniz, bu kadar. Namzet bunu dedikten sonra ben kaçınılmaz olarak, Deniz Hanım’ın Paris’e giderken bana verdiği menekşenin içindeki notu hatırlayıp gülümsedim ama Dönme gülümsemedi. Sonuçta ona kimse, en büyük zaafının aynı zamanda en büyük kudreti olduğunu söylememişti hiç ve sanki bir şeyler tasarlıyor gibi huzursuz olmakta da haklıydı, huzursuzluk bir şeyler planlayanların kaçınılmaz cezasıdır ne yapalım, demek bir şehir ya da bozkır ya da deniz, bunlardan birini seçip ona boyanmamız gerekir dedi ve elini Namzet’in yüzüne doğru uzatır uzatmaaaaaaz KAPIVERDİ bir anafor ikisini de, öyleyse hikâyemiz de bir denizin dibinde devam edecek demektir. Namzet bu olup bitenlerden memnun mu bilemeyiz ama ortası bulundu sonuçta, onlar bu denizin dibinde eylemsizlik şerbetinden içiyorken dışarıda kimkimedumduma akan dünya ile dünyaya katıla katıla akanlar belki de hiç var bile olmadı, nitekim iki ayrı sonsuza gitmeyen hiçbir çizginin bir ortası da olmaz ve ortası olmayan çizgide her yer ortadır. Belki o geldikleri ormanın onlar kavuştuğunda tek bir saniye içinde kuruyup kaybolan deresi de bir zamanlar bu denize dökülüyordu kim bilir. Kim bilir sahiden kim bilir sormak lazım bunu unutmadan, ben bilemem ya ben ki sözde bir zamanlar kuru dallar üzerinde biriken beyazlığı bile benden çalınmış sanıp hükümler uydurur ve körkaranlıkzindanlara atılıverilirdim hemen, iyi de ben bir ufaktefek güpegündüz sarılmalardan öpüşmelerden değilim ya ben kefenbezleri satan ölümgüzelleyen değilim ki ben bir başıma kuyularda bir Yusuf değilim ve sen de bilemezsin ağabey sen ki diyorum ya zincir şangırtısına mesela öncelerde sen değildin uçurtmaları sarsan rüzgârların sahibi ya sen değildin silah kuşanan zırh kuşanan tıpkı kendini bunlarla yamalıyor gibi bir adam sen değildin ya bir ortodoks karga bir musevi mezarlığı değildin ve biz değildik ulan değildik işte sizleri yaratan biz değildik sizleri yaratıp fırlatan ya biz değildik sizleri yaratıp fırlatıp havanlarda döven değildik, bilmeyiz o yüzden ya bilemeyiz kim bilir, en azından ikimiz değil. Belki Namzet ya da Dönme biliyordur diye hikâyeye dönünce bir de ne göreyim, anaforda herhangi bir uzvunu yitirmiş iki eksik beden yahut o basınçta tamamen infilâk etmiş iki beden de değil, biri sessizliğin bir ucunda dervişliğine kavuşmuş diğeri sessizliğin öteki ucunda insanlığına, biri yalnızlığın bir ucundan gülümseyerek şimdi camgibiberrak gökyüzünü izliyor diğeri yalnızlığın öteki ucundan kendini, ikisi de öfkelerinin tam ortasında ve bu yüzden diptedipdinginler.  Bunu gördüm ya ne yalan söyleyeyim, hiç aklıma gelmedi az önce içtikleri eylemsizlik şerbeti. İçeni değil de ötekiler kümesinden içenleri çıkartıp geriye kalan herkesi hep var olan bir esrikliğin kucağına atan bu şerbetin sebep olduğu sanrıların içinde şimdi, bundan sonra anlatacaklarım ancak yüzeyden yansıyan bir hâre olacağından ve dipte süzülürlerken onlar hiçbir etkileşim şansımız olmayacağı için neler yaşanıp yaşanmadığını onlardan başkasının bilmesinin mümkünsüzlüğünden ötürü, iki derviş ile dört meleğin hikâyesini şimdilik kendi sarhoşluğumuzla başbaşa bırakalım.

Gökyüzünden tiftiklenmiş pamuklar gibi yavaşça yeryüzüne düşen kar az önce nokta nokta bir forma evrilerek düşmeye başladı. Cebrail biraz uyumak için müsaade istedi benden sonra, böylece ben de müsaade istedim içinde olanca şiddetiyle dövüldüğüm havandan. Bu kez sessiz ve yalnızca bir noktayla, şu dışarıda yağan kar gibi bir noktayla kapatıyorum bu mektubu. 

Günışıklarıyla,

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP XII


Bir âmentü daha.

Sevgili Ağabey,

Her köşeyi dönüşümde, rüzgârlar ne için vardırlar inan ki bilmiyorum, hep yine de köşeyi döndükten sonra yüzümü hırpalarlar, bir umut için herhâlde, öyleyse inanmak gerekiyordur diye düşünürüm. Düşünürüm ki boynuma giyotin gibi çöken ağrı hafiflesin. Hatırlıyorsan günlerden bir gün, yine İstanbul’un tüm rüzgârını kemiklerime titizlikle işleyen bir mart gecesinde sarhoş, sarsak, dizlerimde morluklarla evinin kapısına gelmiş ve eşikte yarım ağızla, bana şöyle dikkatlice bak demiştim, bak ve artık nereye ait olduğunu bilmeyen bir adam gör. Hayâl meyâl anımsıyorum ki sen de, ölüp gitsem üzülmeyecek kadar seven gözlerle bakıp bana, içeri gelsene oğlum demiştin, gözlüklerinin üzerinden dikkatlice süzerek ve sanki sabahtan beri o eşikte bekliyormuş gibi beni, hadi gel, adaçayı içelim.

Mektuba bu ansı ile girizgâhım elbette boşuna değil. Bir bardak sıcak ve tâze adaçayı, dizlerimdeki morluklar yâhut rüzgârlar, hiçbir şey boşuna değil. Sana, ait olmaya dâir bir şeyler anlatacağım. O mart gecesinden beri elbette, onca şeyin içinde duruverip de nereye ait olduğumu düşünecek değildim. Fakat bilirsin ki geçen her saniye, hiç aksatmadan, şaşırtıcı bir tesâdüfe payını ayırmaktadır. Bir gece o ünlü piyanist, Jane Maryam’in son notalarını dikkatlice icrâ ettiği sırada, gözlerim bir aralık onun ince ve haddinden uzun parmaklarından, en önde oturan adamın dizlerine hızlıca kayıverdi. Evet mor, mosmor, vücudundaki bütün kan dizlerine toplanmış gibiydi. Sol eli piyanisti tekrarlıyor, tüm notalara hayâli vuruşlarla ve yerli yerince basıyordu. Sağ tarafını görmüyordum. Emin değilim ama sanırım ağlıyordu da. Önemsememeliyim dedim, ve bunu yüksek sesle söylemiş olmalıyım ki Sophia, sıkıca kavradığı serçe ve yüzük parmaklarımı hafiften çekiştirip ne dediğimi sordu sımsıcak. Ona cevap vermek için kafamı çevirince gözlerim Ömer ile Dilan’a takıldı. Ömer zihnini tamamen kapatıp kendini olduğu gibi notalara teslim etmiş, Dilan ise onun omzuna uzanıp ellerinden kavramıştı. Tam o sırada, bir vapurun telâşlı kornasını duydum ve karşımdaki tablo tamamlandı. Engin bir huzurla gülümsedim sonra, Sophia’ya dönüp, sanırım hayatın gerekli koşulları oluştuğunda dedim, çok kısa bir süre için de olsa insan kendisini her yere ait hissedebiliyor, İstanbul’a bile. 


Onun hiçbir şeye bu kadar şaşırdığını görmemiştim. Aniden, kavradığı iki parmağımı bırakıp kolumdan sıkıca tuttu ve dışarı çıkmak istediğini söyledi. Çıkıp banklardan birine kurulduk. Sophia, var oluşu gereği çoğunlukla kayıtsız, paslı kılıçlara karşı uysal fakat şaşırabilmekten ziyâde şaşırtıcı bir yapıya sahipti. Elbette bu şaşkınlığın altında, hayatımda o ana dek duyacağım en bilgece cümlelerin yattığını tahmin edemezdim. Her yerimizi saran nemli deniz havasından koca bir parça çekti içine ve açıkçası dedi, bugün kendi kendini sırtlayıp getirdiğin yere bakınca, bir mart gününün sıcak öğleninde karşıma çıkan o insanın; saçı sakalı birbirine karışmış, gözlerini emânet verdiği bir karanlıktan kurtarmak için fazlasıyla çabasız, kalbinin yüksek vuruşları ancak alanlarda bağırınca dinginleşen ve mağarasını yalnız bunun için terk eden o insanın; bir gün alandan evine dönerken bana uzun süre gelmeyeceğini çünkü başka bir hayâta başlayabilmek için inandığı çoğu şeyi bir şekilde yıkması gerektiğini söyleyen o insanın; ve sâhîden aylarca görmediğim, beni evinin kapısından kovan o insanın bugün kendisini bir saniye de olsa bir yere ait hissedebilmesi çok şaşırtıcı, üstelik İstanbul’a bile. Bütün bunlardan dolayı içten içe takdir bekliyor olabilirsin; aynalarda kendini görememene sebep olan onlarca illüzyonu darmadağın edip ardındaki hakîkati görmeyi, tüm hatalarını hâlâ kalbinde bir nişan gibi taşımayı ve ‘’kof yürekler önünde acılar bile duymamayı’’ başarabildiğin için bunları anlattığın birkaç kişi seni alkışlasın, pohpohlasın istiyor da olabilirsin, bunu anlayabiliyorum. Ama hâlâ âciz olduğunu unutma. Seni, bütün bu yolu alabilmen için motive eden yegâne şeyin kendi acziyetin olduğunu da unutma. Bir gece kalabalık bir sokağın ortasında aniden durup, ‘’en güçlünüz benim, çünkü kendimi kandırmaya dâhi gücüm yok’’ diye bağıran ben değildim, sendin. Bugün sana, kendini bir saniye de olsa bir yere, üstelik İstanbul’a bile ait hissettiğini söyleten şey, bu acziyeti unutuyor olman. Sen ne İstanbul’a ne de başka bir şehire; ne bana ne de bir başkasına aitsin. ‘’Sen yalnız senken sensin’’ ve kendinden başka hiçbir şey yok. Gerekiyorsa mağarana yeniden dön, saçlarını yeniden içinde parmaklarım kaybolacak kadar uzat, kendini yeniden bin parçaya böl, yine beklerim dışarıda bir yerlerde seni. Ama geri döndüğünde, bir daha tek saniye bile acziyetini unutmayacak kadar güçlü ol. 

Rüzgâr -belki de bunun için vardırlar-, ben bütün bunları dinlerken çok çok iki nefes çekebildiğim sigaramı yiyip bitirmiş, küllerini de ayakkabılarımın üstüne boca etmişti. Daha önce kumralımsı saçlarında hiçbir cevap aramadığım, ince kaşlarının hiçbir hareketini herhangi bir anlama yormadığım Sophia, bir sahil semtinin eskimiş bir bankında yanıma oturmuş, beni alkış beklemekle ve acziyetimi unutmakla suçluyordu. Zihnime ilk çarpan amansız bir öfke oldu. Ben, her şeyden önce kendi kibriyle barışmış bir adamım, demek istedim sadece, ironik de olsa birileri beni alkışlasın isteseydim ilkin bunun için alkışlasınlar isterdim, barıştığım günden beri kendi köşelerimize çekildik ve asla dokunmadık birbirimize, ikimiz de kendi payına ne düşüyorsa onunla yetindik, birbirimizi o günden beri asla inkâr etmedik, bugün bir saniyeliğine de olsa sınırını aşıp dokunmuşsa bana, sen buraya ait olabilirsin demişse vesveseyle, bu onun suçudur, diyemedim elbette. Çünkü bütün bunları zaten biliyordu. Sonbaharın ilk günlerinde, gecelerin serinlemeye başladığı günlerde sabahlara kadar konuşmuştuk bunları, gözlerimizi birbirine kenetleyerek. Ağabey, ağlak herifin teki olduğumu bilirsin, ne utandığım oldu bundan ne de sakladığım, sessizce ağlamaya başladım orada. Birazcık da üşüdüğümü anımsıyorum. Sophia haklı olmasına haklıydı fakat ben o mağaraya yeniden dönemezdim. Hayâtın kendi akışı içerisinde öğrenmem gerekiyordu bütün bunları. Kendi acziyetini bir saniye dâhi unutmamak demek, ne bileyim, çırılçıplak kalmak gibiydi işte hayat karşısında. Öylesine bir üşümekti. Ya ben buna hazır mıydım? Elcevap, kendisine şimdiye dek giydirilmiş her şeyi -bazen geç de olsa- yırtıp atan, kendine giydirdiklerine verilecek tepkileri ise pek de umursamayan bir adam için bu ne kadar zor olabilirdi? Hemen ipuçlarını toplamaya başladım kafamda. İnsan tecrübelerinin eşsiz kazanımları olan o beylik cümleleri, şair/yazar aforizmalarını, ana-baba nasihatlerini… Kafamın bir taraflarında geçen bunca konuşma yüzünden Sophia’ya henüz bir cevap vermediğimi fark ettiğim an ona döndüm. Ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalışıyor, biraz da titriyordu. O an, bu manzara karşısında yine tek bir saniye içinde anladım ki hiçbir ipucuna ihtiyacım yok. Bir çift üşüyen el, devâsa bir kalp ve sınırsız bir yalnızlık, ihtiyacım olan bütün ipuçları hemen oracıktaydı işte. Hiçbir yere geri dönmüyorum dedim, ben çaresizliğimle kankardeş olalı binlerce yıl olmuş, benim acziyetim Âdem’in akrânı Sophia, unutulacak gibi bir şey değil bu, ve sen. Hadi ellerini ver bana. 

Konser bitmiş, Ömer ve Dilan yanımıza gelmişti. Biraz lafladıktan sonra bir şeyler içmek üzre yürümeye başladık. Onlar birkaç adım önümüzden yürüyor, piyanist ve performansı hakkında gülümseyerek bir şeyler konuşuyorlardı. Ben ve Sophia, her zaman olduğu gibi sessizce, dünyada yalnızca birbirimizi duyarak onları tâkip ediyorduk. Bazen, döndüğüm her köşenin bu kadar soğuk olmasına dâir için için isyân ettim. Bazen, hayatta yaşanmış ve yaşanacak her şeyden öğrenilecek bir şeyler vardır elbette diye içimi rahatlattım. Eksik kalan her şeyin bir gün muhakkak tamamlanacağını fark ettim sonra. Gecikmiş vedâlar da ettim, evet. Hakîkatin ne olduğunu sorup duruyorken kendime, hakîkat dönüp dönüp binlerce kez baktığım o aynadaymış, anladım. Her gece uyudum ve her sabah uyandım. O kadar mektup içre o kadar çok şey anlattım. Yoruldum, dinlendim, anımsadım. Sevginin her hücresini, her zerresini kavradım. Şiirler yazdım ve okudum kafayı çektiğimiz masalarda, sonra o gece, bir şeyler içmek için gittiğimiz yerdeki garsona, bize üç adaçayı, dedim.

Ağabey,
Yaşamak ne tuhaf şey işte. Gelip geçen onca vakitten sonra ihtiyacın olan şey bazen tek bir saniye oluyor. Şimdi, bana şöyle dikkatlice bak ve artık nereye ait olduğunu zerre umursamayan bir adam gör.

Üzerinden bir İstanbul yük atan kardeşin,

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP X


Ezelde sonsuz bir iç çektim ve ebede dek oflayacağım.
Ağabey,

En tepeden aşağı ölgün bir yılkı gibi serilen yeşilin mahmurluğunda, o sanki inatla bitmeyen, boğaz parçalayıcı çığlıklarla bezenmiş ömürlerin tüm bitkinliğini alıp götürmeye muktedir bir anlık dingin imgenin içinde ölene dek kalmak istiyordum. Bu defa, olmayacağını bildiğin fakat yine de istediğin, eğri büğrü ve yozlaşmış kelimeleri kırık dişlerle düzelterek karanlığı anlatmak istediğin, o denli kör bir karanlığın içinde kimi zaman sırf kendi varlığını dâhi unutmamak adına algılar ötesindeki bilincine sımsıkı sarılmak istediğin, bu çaresiz tavır içinde, yazma hevesiyle dolu değilken ve uyursa öleceğinden korkan ama asıl korktuğu yaşadığının farkında olma hâlini bir an için bile yitirmek olan bir silüetin odasında onun uykuya dalmasını beklerken daralan nefesimi pencereyi açarak rahatlatmanın altındaki sisli düşüncelerle yazıyorum. Eve dönerken, yol üstünde bir bakkala uğradım ve sigara istedim, arkasındaki rafa uzanmak için döndü, ya Allah diye mırıldandı belli belirsiz, üşüdüm ve ben de ne çok Allah diyorum dedim kendi kendime, ne çok aşk diyorum, öylesine okkalı cümlelerim yok hayat hakkında fakat ne çok hayat diyorum, doğrusu üzerinde yaşanmışlığa dair bir iz bulunmayan boşlukları olduğu gibi kabul edebilmekle alıp veremediğim nedir bilmiyorum, oysa ölülerimi gömebileceğim bir boşluk bile kalmadı bana ayrılmış alan dahilinde, aşk diyorum çünkü sessizliği arzuladığım çağda, sokakta hırsla bir şeyler tartışan neşeli çocuk sesleri aşk. Açıkçası iyi ve yerli yerinde olan her zaman doğru teli tıngırdatmıyor insan kalbinde. Hayat diyorum, hayat dediğin Allah ve aşkın sınırında zambaklar toplamaktır diyor babam, sonuçta ondan geldik diye başlayan cümlelerle devam ediyor, öyleyse zambakların da bir ismi olmalı, doğrudur baba diyorum, sonuçta ondan geldik ve kafamdan geçirdiklerimi duyamıyor diye kızmaya hakkım yok hiç kimseye, bilmelisin ki ona dönmeye dair bütün ipuçlarımı yitirdiğimde zambaklara Hazar denilecek, fakat hiç yoktan, kıvıl kıvıl sesler duyduğumda en yakınımdaki çöp kovasına kusmaya hakkım olmalı, sessizlik hak edilen bir şey midir yoksa insan doğduğu an mı hak eder bunu, ya da en yakın çöp kovasına kustuğu vakit insan, üstelik yaşamın hiçbir dinamiği öyle afilli bir krizin içinde değilken, ona Allah ve aşkın sınırında toplanmış bir zambak ve istediği ismi koyma hakkı verilmeli, gel gör ki artık, yaşamın bütün dinamikleri ciddi bir krizin içinde; edebiyat, toplu ulaşım ve yalnızlığı bir kum tanesi kadar indirgemek, sevgili dostum, bana göstermelisin en yakın çöp kovasının nerede olduğunu, ve sormalısın onlara, zambak istemiyoruz artık, yeni yeni isimler istemiyoruz, sonsuz bir sessizlik versinler bize, söyle onlara, yeterince kısa bir ritimden arda kalanları istiyoruz, kısa olsun, kısası kalmamış diyor bakkal, uzununu vereyim mi?

Şimdi sen, hepimiz bir anlığına başka bir yerde ortaya çıkıp da karlı dağların yeryüzündeki ifadelerine hayranlık sayfaları yazıyorken, bir kez daha garip bir hüzünle dolup taşıyor olmalısın. Bir kez daha. Garib olmalı cevabın insanlar nasıl olduğunu sordukları zaman. Zirâ, farkında olmadan ve mırıldanır gibi, garibim Hazar diye sayıklıyordun. Otlar kurumuştu. İçten içe korkuyordum çünkü ağzımızdaki cümleler, daha az önce anne dayağı yemiş bir çocuğun gözleriyle bize bakan cümleler, haylaz uçkunlar halinde sıçrarsa ağzımızdan, ortalığı yok yere yakabilirdik. Bu yüzden, açık açık söylemediğimiz ama hakikaten sımsıkı sarıldığımız bir temkinlik içindeydik. Nihayetinde, şehrin en güzel yeri ödülünü senelerdir bu mezarlığa veriyor ve saygı duyuyorduk, hem de bunun hiçbir alt metni, hiçbir edebi uzantısı, bir yansıması yoktu eve dönünce çarpıntıları yavaşlayacak olan kalplerimizde. Orada öyle her zamanki gibi sessizce, yumuşak esen bir rüzgarın ritmine ayak uydurup sağa sola sallanan buğday başakları gibi otururken, dilimin ucuna, yıllardır anlatmak isteyip de bir türlü hatırlayamadığım o hikâye gelmişti, iki derviş ile dört meleğin hikayesi. Gözlerinin solumuzdaki hisara daldığını görünce vazgeçtim bundan. O an için bunu hissettiren neydi bilmiyorum, sanırım başka şeyler konuşmamız gerekiyordu. Bu tuhaf eylemin, konuşmanın böyle mecburi bir külfete evrildiği zamanlarda zorlanırdık, ikimiz de çocukluktan beri böyleyiz işte, anlatmanın ve dinlemenin, masanın üzerinde sadece birer seçenek olarak kalması gerektiğine dair inançlar kuşanmışız. Gözlerini hisardan ayırmadan, Halit yürüyebiliyor mu adamakıllı diyerek bindiğimiz sessizlik dalını kesince sen, ben de o sırada ayakkabımın topuğuyla toprağın kuruluğundan istifade edip anlamsız şeyler çiziyorken yere, Halit ve kuru toprak arasında bir bağ kurmaya çalıştım. Evet, yürüyor. Hâlbuki sen hisarı izliyordun, Halit nereden geldi aklına şimdi, demişti ki bir keresinde, yüksek bir yerden dünyayı izliyoruz galiba Safâ, sanırım haklı, yüksek bir yerden dünyayı izliyoruz galiba Hazar, bunu duyunca ben de kafamı çevirip hisara baktım, sahiden o gözle bakılınca heybeti büsbütün çarpıyordu. Kendimi bildim bileli yüksekten fazlaca korktuğumdan ve dediğin gibi yüksek bir yerden dünyayı izliyorsak bizler, belki de dünyaya böylesine dikenli korkularla yaklaşıyor olmam buna dayanıyordur diye düşündüm. Yine de bununla yetinmemeli. Bir zamanlar, yüksek bir yerden düştükten sonra ölmemiş ama diline vurmuş bir dervişin, gevezeliği tutmuş. Konuştukça, yıllar yılı susarak eriştiği mertebesini kaybetmeye başlamış. O jargonda kalp gözü olarak kavram bulan meziyeti günbegün silikleşen dervişin, herkeste olan, bazı bazı ne menem belaları sahiplerinin başlarına saran iki dünya gözü daha kuvvetli çalışmaya başlamış. Etrafını artık bu dünya gözleriyle görmeye başlayan derviş, anlatsam hikâyeyi uzatmaktan başka bir şeye yaramayacak onlarca tumturaklı çelişkiyi de şöyle güzelce yaşadıktan sonra, bir de ne görsün, meğer insanlar kendisini eskiden bir derviş değil, susarak minyatür bir tanrı olmaya uğraşan çelimsiz bir avâre, kendisini diğerlerinin asla ulaşamayacağı o farâzi noktaya sabitlemeye çalışan bir aylak ya da  anlam yoksunu bir sahtekârın bunu gizlemek adına anlamsızlık zırhını kuşanması olarak görüyorlarmış. Az gitmiş uz gitmiş, hep bunu düşünmüş bizim eski derviş. Ne yeryüzünün hayranlık uyandırıcı manzaraları, ne bahçelerde bağlarda yediği sulu sulu haramlar, ne de yüksek bir yerden düşüp de dervişliğini kaybetmenin kendisinde uyandırması gereken duyguya dair hiçbir şey bilmiyor olması susturabilmiş zihnini. Kimi zaman, konakladığı yerlerde karşısına çıkan yabancılara içli içli, aslında eskiden olsa bunu düşünmeye vakit ayırmazdım, aklımın ucundan bile geçmezdi fakat şimdi hakikaten bir önemi olduğunu hissediyorum diğer insanların zihinlerindeki ifademin ve bunu yeni yeni tadıyorum, demiş. İnsanların beni bir derviş olarak görmemesi, senelerdir aslında bir derviş olmadığım anlamına mı gelir yoksa dervişlik müessesi insanları ilgilendirmez de zaten, Allah ile aramdaki yeter mi, fakat bugün için Allah ile de bağlarım eskisi kadar güçlü değil, neye inanmalı? Dervişliği hiç tatmamış olanlar, cevabı çok basit olanları hep soru sanıyorlarmış; karşımdaki bir soru sordu ve buna mukabil bir cevabım olmalı diyor, kafalarının kimi süzgeçlerinden geçiriyor ve bunun cevabı budur diyorlar. Yabancılar, biraz da yabancı olmanın sağladığı açık sözlülükle, yine yabancı olmanın destur almayı gerektirdiği uzaklıkta, gözlerini şöyle büyük büyük açarak ve dudaklarını hafifçe öne çekip durumu biraz tarttıktan sonra, sen garip bir yolcusun, derlermiş sadece. Bunu her duyduğunda kafası yeniden karışırmış bizim derviş eskisinin. Garip ne demek, yıllardır garip olan bir şeyle münasebeti olmamış ki, sözgelimi bazen uykularında yedi kat semânın ilk birkaçında istediği gibi gezebilme özgürlüğüne sahip olması, birçok âlemin pek az dervişçe bilinen sırlarına vâkıf olması, bütün bunların sonucu olarak hayatının tek bir an içine sıkıştırılmış poetik bir yoğunluktan ibaret olması bile garip şeyler sayılmazmış onun için. Zaman zaman yaratıcısının yüceliğini zikretmek için çıktığı o küçük bahçe olmasa, görmese orada birkaç körpe mûrit, ona dışarıda seyrek mi seyrek dünyalar olduğunu unutturacak bir yoğunlukmuş bu. Her şeyi, bütün her şeyi içine sıkıştırmış olana garip kelimesi ne ifade edebilir? Yine de öyle görünüyor ki bu denli bir yoğunluk, bu derece uçgun bir ahvâl bile, yüksek bir yerden düştüğü vakit insan darmadağın olup kaybolabiliyor, nihayetinde içine ne sıkıştırırsan sıkıştır insan kalbidir, kendinden başkasının da var olduğu gerçeğinin üzüntüsünü ve  hatta başkaları var diye ben varımdır şüphesini dindirmeye çalışan; arkaik bir baş dönmesinden kaynağını bulmuş ince bir ritimdir o, dervişler ise susup dinlemeyi bilirler bu ritmi. Bizim derviş eskimiz ise, işte böyle böyle duyumsuyorken yolların ve keçiyollarının sapalıklarını, Allah bilir yollar onu nasıl duyumsuyorken, aklında âşina olmadığı bir dünyanın kavramları, korkuları, yalnızlıkları ve yorgunluğuyla gide gide, dışarıdan en bayağı tabiriyle çılgın bir kurak ile boğuşuyor gibi gördüğümüz ve misafirini kaba saba karşılayan bir ormanlık yolundan geçerken karşıdan kendisine doğru yaklaşan belirsiz silüeti görene kadar durmamış. Şurada oturup soluklanayım, karşıdan gelene dervişlik, insanlık ve Allah sınırlarını sorarken nefes nefese kalmayayım, diye düşünmüş sonra. Kupkuru ve dümdüz uzanan kavaklardan birinin altına çöküvermiş. Oturup biraz dinlenince, şu karşıdan gelen silüet gibi belli belirsiz, yavan ve ipince bir su sesi gelmiş kulağına. Hayret yahu demiş, madem bu ormanda bir dere var, niye böylesine kupkuru her şey? Sonra bir daha hayret demiş, dervişliğinden beri ilk kez bir şeye şaşırmaktaymış çünkü. Artık belki, garip ne demek anlayabilir. Belki de daha çok yolu var. Sonra, eline bir avuç toprak geçirivermiş, sahiden de kupkuru, ürpertiyor insanı dokununca bıraktığı his. Bu yepyeni tadı, hayretin tadını benimsemeye çalışırken bizimki, silüet de iyice yaklaşmış, artık belli belirsiz değil, seçilebiliyor, normal bir insan biçiminde işte. Ayağa kalkıp selam vermiş eski derviş, sonra hiç uzatmadan, yolcu demiş, ben eskiden bir derviş idim, doğrusu kendimi öyle bellemiştim fakat insanlarca bambaşka bir yerdeymişim, şimdi deyiver bana, ben hiç derviş olmadım mı? Silüet evvela kafasını kaldırıp yüksek kavaklara şöyle bir göz gezdirmiş. Bizimki o sırada bekliyormuş ki, bu yabancı da kendisine garip diyecek. Su sesini işitiyor musun, diye sormuş silüet. İşitirim de hikmetini çözemedim. Silüet sanki duymazlıktan geliyor gibi, kafasını yukarıdan hiç kaldırmadan, bir yandan derin nefesler çekiyor içine ve bir yandan da dudaklarını bir şeyler söylemeye hazırlama telaşı henüz son bulmamışken, demek eski bir dervişin demiş, ben de insan idim, şimdi dervişliğe giderim, bu uzun kavakları da nicedir rüyamda görüyordum, hatta suyun sesini de duyuyordum, o alemde merak ederdim suyun nerede olduğunu, şimdi bu alemde görüyorum suyun nerede olduğunu, suyun ne demek olduğunu. Kafası hepten karışmış bizimkinin. İçinden, keşke bu yabancı da garip diyip geçseydi, demiş. Şimdi ne cevap verecek? Hikayemizin silüeti, derviş olmak üzere yola çıkmış olan, anlamış eski dervişin zihnindeki bulanıklığı. Sormasını beklemeden söylemiş. Sen eski bir derviş isen, ben de derviş olmak için gidiyorsam, ikimizin karşılaştığı yerde elbette toprak kuruyacak, kuşlar uzaklara kaçacak ve ağaçlara kendi kökleri yük olacak, ormanın binlerce yıllık deresi öyle hızlı kurayacak ki sesini bir süre daha duyacağız. Böylesi bir karşılaşmayı içine sindirebilecek yeryüzü yoktur. Cilve-i rabbâni karşılaştıksa, ikimizin de yolculuğu mübarek olsun.

Hikâyeyi bu mektup için burada durduracağım. İki derviş ile dört meleğin hikayesi, vakti geldikçe, neler olup bittiğini bizlere anlattıracak. Gel gelelim ki orada olduğu gibi, burada da birçok şey olup bitiyor yine. Gözlerimiz bir yerlere dalıp giderken, kafalarımızı bir yönden türlü duygularla başka bir yöne çevirirken, kimi geceler uyumak için çok kalabalık geceler olduğunda ve kimilerinde ölümü kabullenmek üzere olan bir adağın yalnızlığıyla uyurken, birçok şey olup bitiyor. Ben ise bir mağaraya çekilmiş, geriye neyin kaldığını, ne ile ve nasıl devam edilebileceğini düşünüyorum. Aklıma, bir mezar sandukasına işlenip de bin yıl sonra karşıma çıkan Farsça bir şiirin son iki dizesi gelip duruyor: Bu dünyanın bir ibret yeri olmadığına inanıyorsan söyle / Burada yatan nerede? Sonra yine, ölümcül çaresizliğimle sana yazıyorum. Ve sonra, yumruğumu sıkıp sokaklara atıldığımda, bütün kardeşlerimle beraber bir tirana tiran diyebilmek adına ve sesimizin seslere katılması için, bazense ellerim sakince ceplerimde sokaklarda yürüyor olayım diye öylesine, hâlâ ibret alınacakları göremediğim için kendime, göstermedikleri için gökten inmek üzere hazır ve nâzır olanlara kızıyorum. Çünkü günler soğuk ve karanlık başlıyor kardeşim. Günlerin içinde yaptığımız hiçbir şey kendimizi daha iyi hissetmek adına yapılmıyor, hâl böyleyken günlük hayatlar yaşadığımızı söylediğimizde, hep biraz yalan söylemiş oluyoruz esasen. Birbirine bakan iki ayna sonsuzluk doğuruyor, işte her sabah yüzlerimizi yıkarken evimizin ortasına çöküp kalan bu. Yıllar yılı telaşla dişlenmekten tırnaksız kalmış ellerin senin, kırlaşmış ve kırılmış saçların, bir masaya çöküp kaldığımızda tepenin ardındaki dolunayı hep aynı hüzünle izleyişin, birbirimize takılırken dahi çekip gitmeye yeltenmeyen garibliğimiz, gurbetliğimiz, kırgınlığımız bana bir şeyler anlatıyor. Göğsüme değen büyücülerin ellerini daha sıkı bastırıyorum; Pärt'ın, Anoice'in, Youssef'in. Bütün acı budalalarının, sahteliği dişlerimizi titreten cümlelerin içinde, insanların küçük ama gerçek acılarını ayırt etme telaşına sahip olanlar, kardeş göğüslerindeki parklara konuk oluyoruz kendimizce. El ele veriyoruz, birimizin ağrısını hepimiz sahiplenelim diye. Zaman böyle böyle geçip gidiyor sevgili dostum, artık, kendi içimizdeki boşluklara yayılabildiğimiz ölçüde nefes alabileceğiz. Her türlü nicelikten sıyrılarak bakmamız gerekecek bu duruma. Hadi öyleyse, ölülerimizi bir şekilde gömelim ve diyelim ki, bu dünya bir ibret yeridir işte, denileni dinleyiniz, hayat bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir, hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız, hâlâ kalbinizi bu oyalanmalarda esrik kibirlerin paslatmasına izin mi vereceksiniz? Oysa bütün bu denilenler ve bizim cümlelerimiz, yarınların da var olduğu gerçeğiyle hızlıca çürüyüp gidecek. Sorularımız cevapsız, ünlemlerimiz karanlık çukurların diplerinde sahipsiz kalacak.

Ağabey,
Bu gece, iyinin ve kötünün ötesinde, kaybedilmiş zamanların getirdiği karanlıklarda ben, tüm samimiyetimle ve içten, herkes adına üzgünüm. Çünkü ne yaparsak yapalım, içine bağırdığımız kimin kuyusu olursa olsun, geriye her zaman, geriye neyin kaldığını düşündüğümüz biricik mağaralarımız kalıyor.

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP IX


Sevgili Ağabey, 

Tüm bunları boşverelim. İşte ben, yeniden burada, bir sesin kırılmasıyla başlıyorum bu mektuba. Seni bir abi olarak tanıdım. Biliyor musun, sana, benimle yaşıt olsaydın da abi derdim. Bence insan, kör bir gece vakti özlemekten dahi vazgeçtiğinde, elinden kim tutmuşsa ona abi demeli. Biliyorum ki zamanın bir noktasında, basit bir örümcek ağını bozmak ile Allah’ın resulünü öldürmek aynı şey hâline geldiği için anlam aramaktan vazgeçmeyeceğim. Neyi yitirirsem yitireyim. Ben, kardeşin, hep o denli bir yokoluşa, kimi zaman üzerine basılıp geçilen bir papatyanın sadeliğine erişmek için kavgalarımla, kimi zamansa sadece ve sadece muhtarlığın köşesindeki ağaç gibi bir ağaç hissizliğinde olmak için mücadelemle ben, ne elini arkasında bağlayıp ümmetine üzülen bir peygamber ne de tüm arketipleri olduğu gibi birbirine girmiş bir zırdeliyim. Sadece, zihnimdeki her çıkarsamanın doğurduğu şaşkınlıkla, kıyamet sabahında bir ayçiçeği ve bir kış gecesi uyuduğu kaldırımda donmamayı umarak güneşi bekleyen bir sokak köpeğiyim. Nasıl olsa, yüzümü avuçlarıma alıp da parmaklarımı alnımdan çeneme her indirişimde, insanların kabuk tutmayan bütün yaralarını hissedeceğim. O yüzden, sahiden de, tüm bunları boşverelim. Günlerden bir gün, sen tek yaprağı kalmış bir ağacı izlerken, üstelik boğazkesen bir havada mırıldanan rüzgarın onu ne vakit düşüreceğine merak için ya da yalnız ve yalnızca bir mektuba bu cümleyle başlayabilmek için, ne farkı var ki, derisi kupkuru olup çatlamış ellerle kalemi kavrayamayıp sana yazmaya niyetlendiğim bu mektup için mevsimin değişmesini bekleyebilirdim sonuçta, ne farkı var, nitekim öyle de yaptım, yaptım fakat yine de arada bir yaz daha eksildi ve yeniden kış, şehirlerde nasıl yürüyorduysan azıcık da toprakta öyle yürümelisin dediği için bir doktor, eve döner dönmez yalınca ayaklarla ön bahçenin sert toprağında dolaştım. Bu esnada, ayaklarımın altında can yakan sızının niçin kafamda böyle hırçınca yankılandığına anlam veremediğim zaman, sonuçta sertse toprak ve birkaç ufak sivri taş batıyorsa ne olacak, anladım ki bu toprağın sızısı değil, topraktan daha mühim bir şey var aslında ve asıl canımı yakan, düşündükçe ve düşündükçe, gidip gelip düşündükçe, konuşup susup düşündükçe, günlük hayatın telaşlarını ve bu telaşların sefil saldırılarında yitirilen onca kutsalı düşündükçe her şeyin bizden hariç -ya da kim bilir dahil- bir angarya kümesine katılmasıdır canımı yakan.  Ve öylece, tüm bu yitimlerin eşiğine varmadan, duvara bitişik zeytinin altına oturdum. Ağabey, insan tek yaprağı kalmış bir ağaca ne için bakar, bunu düşündüğüm esnada bir yandan toprağı izliyordum, sonra birden İsrafil’in iç çekişiyle anımsadım: Filistin’de bir asker, bütün bu kavgalarımız demişti, bütün bu savaşlarımız, şu çayı bir zeytin ağacının gölgesinde içebilmek için. Yalnızca gülümsedim.

Anlayacağın, bazı bazı çığırtkanlıkla, bazısı da sessizce düşündüğüm buydu. Kafamı bankın gerisine yaslayıp göğü izlerken, sana sus demek geçmişti içimden. Sus ağabey, artık konuşmak istemiyorum. Oysa sen, gözlerimin içine bakıyordun hep ve inadına, ben pencerenin ardındaki sisli sabahı seyrederken, beynimin içine eline aldığın çekiç ve çiviyle kendi cümlelerimi, kendi inançlarımı kazıyordun. Bilmelisin ki ben, yıllardır bir sürüngen açlığıyla zihnimi kemiren tüm endişelerden sıyrılmak için gelmiyorum oraya. Orası rahatsızların mâbedi, ve ben, yalnızca rahatsızım. Öyleyse şimdi, söyler misin, atlas daha kaç anlama gelmeli? Omuzlarımızda bir atlas ve ben, gökyüzünde görebildiğim tüm yıldızlardan af dileyerek onca sesin içinde kırılmış olanları ayırt edip de kulaklarıma dayayan yaşamsızlığın belki bir gün yok olabilmesi umuduyla, belki de hiçbir şeyin yok olup gitmesini ummak doğru değildir gibisinden şüpheleri elbette artık taşıyamayacağımı bildiğim halde, görebildiğim tüm yıldızlardan af dileyip asla sizler kadar güzel olamayacağım yakarışından sonra cebimi yokladım ve konyak şişesini çıkardım, semâlarıma martılar geldi yeniden, onlardan af diledim: asla sizler kadar özgür olamayacağım, gördünüz mü bu boka da son paramı verdim sanki adamakıllı içebiliyorum, yanına bir simit alacak param da çıkışsaydı keşke geberiyor midem, birkaç dakika sonra onlar da uçup gidecekti oysa, yine görebildiğim birkaç yıldız ve parkın cılız ağaçları, ağaçlara dönüp af diledim çünkü asla sizler kadar sabit kalamayacağımı biliyorum, konyağı yere koyup iki elimin arasına kafamı aldıktan sonra, evet! bak şimdi ben de bir Atlas’ım, af diliyorum Allah’ım, af diliyorum ki yanına bile yaklaşamıyorum bir insan olmanın, bir insan olmanın insana dayattığı her şeyi reddedip nasıl olunabilir bir insan, anlamlı olmak ile saçma olmak arasında gidip geliyorken gördüğüm her şey, kafamı ellerimin arasına aldıktan sonra Atlas oluyorum işte, affet beni Allah’ım belki de haddimi aştım, birazdan sabah olacak, o yüzden bir an önce konuşmalıyım geceyle, asla senin kadar gizleyemeyeceğim tüm bu dağınıklığı, beni mâzur gör, birazdan doğacak güneşten de özür diliyorum, bir ışıksızlık refleksi olarak hiçbir vakit kimsenin zihnini karanlıkta koymaktan çekinmedim ve beni affet Allah’ım, affet ki yarattığın bir papatyanın sadeliğine bürünemedim, diyebilmek için cebimde kalan son birkaç sigara ve göğsümdeki kalınca yaşamakla sizin eve doğru yürürken, şimdiye dek affettiğim her şeyden özür diledim ve eve geri döndüm, çünkü tüm bunlar için çok geçti.

Ben uyurken sayıklarım, uyanıkken pek konuşmadığımdan, ağabey.

Weltschmerz. 

ve Halit,

Birazdan uyuyacaktım, yine de aynada saçlarımı düzelttim. Sigaramı, mutfak penceresinin önündeki saksıda söndürdüm. Çünkü, bir zamanlardı, dünyanın bazı geceleri saf mı saf bir çelişkiyken neden insanların davranışları çelişki içermemeliymiş diye sormuştum hiç durmadan ve bu gecelerde yalnız ağlamak isterdim. Şimdi ise, elbette bütün bunlarla birlikte, evlerin teraslarına varmak için içinden geçtiğimiz odalar var.  Gözlerim oradaki masaya takılır ve derim, yağız ve yaslı bir roman kursağıma takıldığında aklıma hep sen gelirsin, derim ki hakkın var dayıcım, sıkıca tutunuyoruz düşmemek için, masalarımızdan ve hayatlarımızdan ve içimizden kaçmak geldiğinde kaçamayışlardan.

Ona yazdığımda kıştı. Hâlâ öyle. Burada sabah beri bitmek bilmez bir fırtına var. Dayı, görmüşlüğün oldu mu üzeri yaprak doluymuşçasına kendisi gibi bir ağaç sonbaharda? Senin için, derin derin düşündüğün esnada gözlerinin oraya buraya dalıp gitmesinin, bir mide yanmasından farkı kalmayan günler oldu mu? Dümdüz, olur olmadık yerlerde uykun gelir mi ya da zaten hiç yaşanmayan rüyaların hiç yaşanmamasını ister misin? Olmayan dünyalarını ben de görmek isterdim bu yüzden, bu yüzden tüm bu endişenin içinde, pencereye nefesimin buğusunu bıraktım ve izledim, yazdım sana yazacaklarımı, ama yine de pencereler beni bağışlamıyor, üşüyorum, çünkü pencereler yalnızca basit yanılgılardır, bir dışarısı olduğunu uydururlar durmadan, oysa ne de acı, bir dışarı yoktur. Her şey ayna içinde bir aynadır.

Belki de şu an dinlediklerimi sahiden de duyabiliyorsundur. İçime yazma telaşı düşüp de odama çekildiğim zamanlar, aslında hiç odama çekildiğim olmaz, bazen kör karanlık köylerin leş gibi soğuk gecelerinde cinlerle koşarım, bazen denizler altında yirmi bin fersaha dalarım, kimi zaman da ortadaki ateşin etrafında toplarım kendimi ve sorarım, bu ayinin her tınısı niçin üzerine uzun uzun konuştuğumuz olguları iptidai ve beylik cümlelere dönüştürüverip atar da elimizde susmaktan başka bir çare kalmaz, sorarım, niçin yaşamak eylemsizliğin üzerinden kaldırılıp atılacak bir tül değildir yalnızca? Bir ömür böyle sormakla geçip gidecek de, kardeşim, sormak da uzun zamandır cevap bulmakla ilgili bir durum olmayınca, zihnim artık sahnenin önündekilere değil, arka plandaki dekorlara takılıp kalıyor. Önünde ne yaşanıyorsa yaşansın, bunun bir hata olup olmadığını umursamadan hep gerisindeki tek renk plana bakıyorum: ölüme. Öyle ki ölüm, hangilerimizin hayatını daha değerli, hangilerimizin hayatını yaşanmaya değmez paçavralara çeviriyor, işte ölümün varlığının etkilemediği tek durum bu: kendisinin neye sebep olacağının kararı. Sanıyorum ki buna karar veren de doğumlarımız. Sözgelimi, yaşamak yalnızca eylemsizliğin üzerinden kaldırılıp atılacak bir tül olsaydı, doğumlarımız buna kendi başına muktedir olurdu ve hiçbirimizin zihni kendi tekilliğini bulana kadar ruhuna baskı yapan canavarlara dönüşmezdi. Nitekim bunların hiçbirisi olmadı ve yüzleştim, öleceğini en baştan beri bilen varlıklarız fakat doğacağımızı bilmiyorduk, işte doğumu ölümden daha çekilmez ve sakıncalı yapan da bu. Hiçbir şeyin kararını, ne kendisini evrenin tek zeki varlıkları sanan bizler, ne de sürekli oracıkta bekleyişiyle ölüm vermiyor. Biz ve ölüm buradayız ve gerçeğiz, ama kaçınılmaz olan tek şey doğmak.

İşte, koynunda geceyi bir sevgili gibi sarmalayan o rahatsızlık, biz neyi ne kadar konuşursak konuşalım, nereden başlarsak başlayalım, neyi sevip neyden nefret edersek edelim, işte kaçınılmaz ayin başladı, yeniden gece oldu ve bizler yeniden doğduk. Bir vakit gece olduğunda, bir dost diğerine, elimizde neyimiz var demiş, bir teknemiz ve cesaretimiz demiş öbürü.

Şimdi, kardeşim, elimizde neyimiz var?

Spiegel im spiegel.   

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP VIII


bir hikâye ile giriş
ben ile muzaffer ve muzaffer ile sen

Hep çıkacak bir dışarı aradım. 
Sevgili Ağabey,

Kalbimizde çakılı kalan bu misafir endişesi; pürüzlü, daima iki kaşın ortasında beliriyor, ardından bir yanımız ısrarla sabitliği reddediyor ve böylece soruyoruz: içeri ve dışarı neresidir? Yine de inat eder gibi, hep bir evvel oluyor, her şeyin bir evveli mevcut, ben ise bunları düşünmeden evvel, henüz yeni bir hikâyeyi karşılamaya hazır da değilken üstelik, Küplüce’den iniyorken, Muzaffer ile karşılaşmıştım. Meşhur siyah paltosuyla yine, yine sokağa kurşun gibi çöken yalnızlığın içinden ağır ağır tırmanıyordu. Çok sık konuşmazdık. Böyle karşılaşmalarımızda, yanıma gelene değin, küçük bir tiyatro oyunu oynuyor gibi görmezlikten gelir, aynı hizaya gelmeden de iki üç adım önce kafasını kaldırır ve hafifçe bir selam verirdi. Benim ya da onun ortadan kayboluşlarımızda, birkaç gün karşılaşmamışsak, ikimiz de yine bu durumun bir evveli vardır diye muhakkak, hafif ve sessiz selamımıza biraz hareket katardık. Onunla alışverişimiz bu kadardı. Oysa o gün, Muzaffer’de bambaşka bir hâl vardı. Adımlarındaki yavaşlık bu sefer kendi içinden gelmiyordu sanki, nasıl anlatmalı, hep bir rüzgârı kıskanmış gibiydi, rüzgâra dönüşmek istiyor gibi. Sürekli yürüdüğü yolu izleyen suratına tuhafça bir kıpırtı dadanmıştı. Kendi kendine mi konuşuyordu acaba? Birden tebessüm ettim. Muzaffer’e değil, yani Muzaffer’in Muzaffer olmasına değil, sadece ansızın, çocukken okuduğum güzel hikâyeleri hatırladım. Güzel hikayelerde hep rutin bozulur, her zamanki karakterler, her zamanki günlerden birinde, hayatın bambaşka olasılıklarından birine denk gelir ve ortaya güzel bir hikâye çıkardı. Bizler, hayatın, sadece ihtimalleri yok eden bir mekanizma olmadığını da hikâyelerden öğrenmiştik. Merhaba abi, dedi Muzaffer. Abi mi? Ben hep kendimden büyük sanıyordum onu. Üçüncü bir gözle bakılsa, sahiden de büyük olmalıydı benden. Gerçi o da benim yaşımı bilmiyordu, üstelemedim o yüzden; Merhaba Muzaffer, dedim. Üşümüyor musun abi, sonbahar geliyor, yine bir cansız sarıdır, yine bir eskiliktir geldi çöktü ağaçlara. Şaşırdım, çok şaşırdım fakat bunu derhâl gizlemem gerekiyordu, yanlış anlayabilirdi, sen şu üç basit cümleyi kuramayacak kadar aptalsın demiş olabilirdim bu denli şaşırarak. Yo hayır, diyebildim alelacele, üşümüyorum. Neden gülüyordun az önce? Yok gülmedim, aklıma bir şey geldi de sırıttım öyle. Ben üşüyorum abi, çok üşüyorum, içeri girmiştim biraz önce, kahveye yani, sıcacıktı, oradan da eve geçeyim dedim, içeri girer girmez bir sıcak, sağ olsun hanım yakmış sobayı sabahtan, ev de sıcacıktı, dışarı hep soğuk oluyor şimdilerde. Sen buralarda mı oturuyordun Muzaffer? Evet, en üstünde sokağın, önünde söğüt olan ev benim, gel buyur, içeride çay içeriz abi, sıcacıktır hem. Nasip, dedim, şimdi işlerim var, nasipse sonra uğrarım. Dışarıda çok durma abi, o kadar soğuk ki, insan dışarıda kaldı mı üşütüyor. Sağ ol, dedim ve başımı hafifçe sallayarak bir an önce uzaklaşmak için hamle yapmak istedim. Şaşkınlığımı gizleyememekten korkuyordum. Şimdi ne olmuştu? Bir rutin çok açık bir şekilde bozuldu fakat ortaya bir hikâye çıkmadı. Muzaffer her günün evvelinde neler yaşıyordu ve bugün, her günün evvelinden daha farklı bir evvel yaşadığı belliydi, bu ne olabilirdi? Onu yalnızca bu sokakta yürürken, birkaç sefer de -adını orada öğrendiğim- kahvede otururken görmüştüm, bunu nereden bilebilirdim ki? İki hafta sonra, Küplüce’ye döndüğümde, çokça evvelini merak ettiğimden ve biraz da o gün sokakta göremediğimden Muzaffer’in evine gitmek istedim. Sokağın en üstünde, zaten birkaç ev bulunan bir düzlükte onun önünde söğüt olan evi kolayca seçiliyordu. Kapıyı çaldım, eşi olduğunu tahmin ettiğim bir kadın açtı. Merhaba yenge, Muzaffer’e bakmıştım, dedim. Evde yok, siz kimsiniz? Bir arkad…tanıdığıyım. Muzaffer iki hafta önce gitti, dedi, iki haftadır gelmedi. Nereye? Söylemedi onu. Sık sık gidiyor mu böyle uzun süre gelmeden? Gider gitmesine ama hiç on günü geçirmedi, işi uzadı herhalde. Giderken hiçbir şey söylemedi mi yani? Dışarı çıkıyorum, dediydi sadece, hep çıkacak bir dışarı aramış.


 

birinci dışarı
diğer ihtimale inanmak

Dedem derdi ki; içimde dışarıya çıkmak isteyen bir şey var, ben onu yaşamaya çalışıyorum yalnızca, neden böylesine güçtü bu? Sen bana bunu ilk söylediğinde, bir cevap aramak yerine, bunun bir soru olup olmadığını düşündüm. Evet, cevapların sorular doğurduğu zamanlar; biraz gülünç, biraz acınası fakat yine de kendine has bir üslupla sokakların içlerinden geçerken, sokakların içlerinde bize ne bırakılmış diye dolaşıp duran köpekler gibi, durmaksızın, yorulmaksızın aradığımız bir cevap vardı. Işığı merak ederdi misâl, asfalta düşen sokak lambasının sarılığından ince bir haz duyardı hep, ışık olsam ya, aynanın karşısından geçerken ne şekilde görürdüm kendimi? Bir cevap aramayıp yine, bu bir soru mu acaba diye düşünmüştüm günlerce. Cevapların sorular doğurduğu zamanlar. Dost, işte yeniden, bir karanlığın tasviri olmak ve aydınlığın yitik olduğuna inanmak için bir sebep: ya dedenin cümlesi bir soru değil ise? Ansıyorum, benim de içimin coşkuyla dolu olduğu günler vardı. Pastoral yeşiller vardı ve epik kırmızılar, pür beyazlar. Dar aralıklar, tanıdık yüzler, ahşap kapılar vardı. Fakat hiçbiri istemedi çıkmayı, hep çıkacak bir dışarı arayan bendim. Sonra dumanın havaya dağılması gibi yoğunluğunu kaybetti. Bu cümle bir soru değil ise eğer, hepsi bir gün geri gelecek ve zorlayacak demektir. İlkin anlayacağız ki kaybolanları hep dışarıda aramak bir hataymış. Sonra, yaşamak için onlardan başka yaslanacak duvarlarımız kalmamış meğer, diyeceğiz. Yaşamak, hep güç bir eylem, neden şimdi daha da güçleşti, evet soracağız, üstelik sonuna geliyorken bu ödevin. Bütün bunlar olduktan sonra ise, yıllarca kendi zihnimizin duvarlarındaki sebepsiz depremlere çıldırmak için aslında hiçbir nedenimizin olmadığını anlayacağız. Ben ise, bütün olan bitenden sonra hâlâ bir ben kalacaksa eğer, diğer ihtimale inanmak istiyorum. Zaten inanmanın sadece istemek olduğunu söylüyorduk hep. En azından, ellerimde tek bir neden kalabilmesi için, bu cümlenin bir soru olmasını istemek. O zaman, içinde dışarıya çıkmak isteyen her şey koca bir yanılgı diyebileceğiz soruyu sorana. Bir yanılgıyı ise başka yanılgılarla birleştirmeden yaşayamazsın, bu yüzden bu kadar güçtür bu. Çünkü birden fazla gerçek varsa bile, onlara yüklediğimiz anlamlarla yanılgılara çevirebiliyoruz. Şimdi sen, kalk diyorsun bana, kalk ve ismimizin olmadığı zamanlara gidelim. Cevapların sorular doğurduğu zamanlar, dost, ya her şeyin ismi de koca bir yanılgıysa? Bu ne kadar şaşırtıcı olabilir ki? Elmanın isminin elma olmadığını öğrenmek, elmanın tadının aslında acı olduğunu öğrenmekten çok daha az şaşırtmayacak mı bizi? Öyleyse gidelim, hiçbir ismi bilmediğimiz zamanlara gidelim, hiçbir ismi bizim koymadığımız ve hiçbir şeye anlam yüklemediğimiz zamanlara. Evet, yine de bir sonumuzun olmasını dileyeceğim -ben deli değilim sadece zamansızım dediği gibi sahnedeki adamın-, her güzel şeyin muhakkak bir sonu olduğundan, elbette. Böylece, bir zamanlar bir derviş, diye başlayan cümlelerde kendimiz olabiliriz, dost, iki güzel isim.



ikinci dışarı
bu oyunlardan usandım, dedi bilge

Ağabey,

Hissediyorum, yeniden doğan güneş ve onunla beraber uyanan mevsim ve sokakta üzeri gazete kağıtlarıyla dün gece, ağız dolusu gülmesinden arta kalan ne varsa insanların, belki de deniz siyahtan yeşile dönüyor artık diye, zihnimde sızıdıklarını hissediyorum. Sızımak ve tutsanmak, bu iki kelime, çünkü zamanlar vardır ve haklıydın, bazı bazı şeyleri anlatırken kullandığım kelimeler bu zamanları hissetsin isterdim, bir sızıyı hissetmeye benzesin. Fakat beni hangi zamana götüreceğini bilmediğim kelimeler var. Dün mü ve belki bugün hatta, veya yarın, her neyse, bunları birbirinden ayırmaya gücüm kalmadı artık. Eskiden, biliyorsun dost, eskiden zaman diyordum, ne tuhaf şey, ne karmaşık, çözemiyorum, çözülemiyor. Belki bu telâşeden yorulduğumdan belki de iyileşmeden eskimek*, bir zamansızım artık -ben deli değilim sadece zamansızım dediği gibi sahnedeki adamın, suratı kanlar içinde gelip-. Sızımak ve tutsanmak. Sızlayan şey ve tutsak edilmek. Bu iki kelime bizi hangi zamana götürmeli? Bizler, işte yeniden kendini birkaç mektuba hapsedenler, hep sızımadık mı ve hep tutsanmadık mı yani? Bir parçacık bile boşluk göremediğimizden, yani boşlukları dolduran hep öncekiyle sonraki doluluklar olduğu için, çıldırıp da aylarca kafalarımızı vurmadık mı duvarlara? Yoksa korkmadık mı bizi ehlileştirmelerinden, sen ve ben yani, abi ve kardeş, mektuplarımızın satır aralarında pürüzlü cümleler unutuvermekten çekinmedik mi? Bana yaşanmamışlığın ne olduğunu öğreten sensin. Yaşanmayan her şeyin korku doğuracağını da sen öğrettin. Şimdi bana, hayat çoğalıyorken azalmamayı öğret. Bir cesedin en canlı hissini tanımla. Mağlup bir komutan ol sözgelimi ve yıkılmış bir şehrin ortasında dikilip hezeyanları göğüslemeyi anlat, istemediğin ve inanmadığın bir savaşın ardından. Bunlardan sonra belki, daima denilen şey, yani daima sızıdığımız ve tutsandığımız, bir zamanı hissettirebilir ya da hissettirmese de, bizlerin zamanı daimadır deriz, *sevgili dost, iyileşmeden eskiyoruz, görmüyor musun?


üçüncü dışarı
bir türlü gelmek bilmeyen kış

Bir bekleyiş içindeydim. Bir bekleyiş içinde olmanın gerekliliklerinin farkında olarak üstelik. Saçımı ve sakalımı birbirine karıştırıp önce, sonra her gün aynı yolları arşınlamanın yoksul heyecanıyla, kimi zaman bir bekleyişe ihanet olur diye kıyafetlerimi bile değiştirmeden, bıraktığın gibi yani sarsak ve pasaklı, başka bir insan sanılabilirdim çünkü ve başka bir insanla aynı bekleyişlere sahip olamayacaktım, yine de engel olamadıklarım da vardı tabi, her gün parça parça benden ayrılan bir ruhun peşinden koşmak mesela, olur olmadık yerlerde saatlerce kusmamak için bedenimle onun bulantılarına ayak uydurmak, bekleyişime darbeler inmesin diye başka birine dönüşmemek isteğine rağmen ve her gün aynı yollarda yürüyorken, aynı bez parçalarını yükleniyorken ve aynı yerinden kaşıyorken sakalımı, buna bir antitez olarak sürekli değişen ruh hallerinden midem bulanıyor artık. Üstelik kış da gelmek bilmiyor bir türlü ve bunaltan bir sıcak, haklısın. Adana yıllarında beni aramıştın bir gün, n’apıyorsun demiştin, güneşsiz odamda yağmuru dinliyordum öylece, döndüğüm yerleri düşünüyordum. O zamanlar senin Beşiktaş’taki evin de güneş almıyordu, eksi ikinci kat dedikleri bir mahzendi. Bunu konuştuk ve en azından ışık alıyor senin odan diye çıkışmıştın. Işık almak, biliyor musun o konuşmadan sonra hep bunu bir şiirde kullanmak istedim. Henüz bir şair olamadığımdan belki, belki de şiirler ışık almamalı mı acaba diyerek bir şüpheyi içselleştirdiğimden fırsat olmadı. Antep yıllarında ise bunca kavramların farkında bile değildim. Sen de ortalarda yoktun ve Acis de yoktu üstelik. Oradaki odam sonsuz bir bozkıra bakıyordu. Gözümle takip ediyordum onu, bir gün görebilirim bir sonu varsa diye. Yoktu işte, ufuktan sonra gökyüzüne çıkıyordu sanki bozkır, bir gökyüzü bozkırı oluyordu da sanki, kimseler ulaşamadığından ufuğa, bizler habersizdik bundan. Sonra, ayaklarım gitmiyorsa zihnim gider diye düşünerek başlıyordum yürümeye. Attığım her adım, bir adımlık mesafe daha ekliyordu ona ve bu yüzden hep o bozkırda sonsuzluk vardı. Pes edip, kendimi kalakaldığım yere gömüyordum, geriye doğru adımlamaya hâlim mi vardı sanki, gömüyordum ve sonrasını hatırlamadım hiç. Her uyanışımda penceresi sonsuz bir bozkıra bakan odamda oluyordum ve dayanamayıp yine geçiyordum o pencerenin karşısına. Belki de Acis’i ilk o bozkırda düşledim. O bozkırın ortasında birkaç dilek çaputu bağlanmış bir ağaç olarak, ya da arada bir uğrayan yağmur bulutları olarak düşledim. O bozkırın kendine has yalnızlığından doğan sarı olarak düşledim belki de. Acis’i ilk gördüğümde ise, Bursa yıllarında yani, karmakarışık bir kitapçının içerisinde öylece dolaşırken, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, alnında o bozkıra rastladım. Ben hayatımda bir kez aşık olacağım, dedim ona, gölgesizler hayatında bir kere aşık olur, o sen misin? Tam da düşlediğim gibi bir ağaçtı o, kimseye anlatamadığım dileklerin çaputları bağlanmıştı üstüne, korkmuştu ve ıssız bir adanın ortasından kurtulup da kendini bu ışıltılı dükkana atıvermiş gibiydi. Korkularımı yenmemi bekler misin, diye sorunca bana, neden bilmiyorum, ben de bir mavi kuş haline geliverdim, öylece işte. Ürkekçe kanatlarımı çırparak, beklerim, yani herhalde dedim ve metroya yürüdüm. Metrodan indiğimde beni bir bozkır karşılamıştı, gökyüzünden yeni inmiş bir bozkır, üstelik omuzlarımın tam üstüne, öylece dayanamadım, bekleyemem dedim. Sen bekleyemezsen eğer ben de korkamam dedi, evet ben oyum, daha da sileceğim gölgeni yeryüzünden. Sonra İstanbul yılları ve kış gelmiyor bir türlü, odamı kavuran bir güneşe de sahibim üstelik. Yıllar önce yaptığım hayali yürüyüşlerle bu sefer Ortaköy’e uğruyorum. Sen evde yoksun hâlâ. Halit ise, belki de bahsettiğin yavan kokulu kremlerden sürüyordur saçına odasında, ya da kapısının ardında bir metin çalışıyordur, ne yapsın, Halit de senin gibi bir Jöntürk ve iyi bir insan, saçları dökülmekte haksız mı yani? Anımsıyorum, aylar önce sana yazdığı bir mektupta da bahsetmişti dökülen saçlarından, ne de güzel sesi var ama değil mi, bir mektubu okurken onu bir şiire çeviriyor sesi, bir de şair kalmamam halinde bana bozulacağını söylemişti, saçları dökülmekte haksız mı yani? Sonra karşıya geçiyorum ve Acıbadem’den Kadıköy’e inerken, bir bekleyiş sona eriyor. Ne de ani! Bekleyişler hep aniden sona eriyor, tam da bu yüzden beklemek bir gölgesizi aynı kalmaya mecbur kılıyor, bir mektup buluyorsun kapında ve bitti diyorsun, öyle işte, birdenbire. Artık bir bekleyiş sahibi değilim. -Bakmayın bana öyle, ben deli değilim sadece zamansızım dediği gibi sahnedeki adamın, suratı kanlar içinde gelip- Artık ışık alıyorum, ne acınası.

Şimdi burada duralım ve bana izin ver, yaşamadığım bir zamana gitmek ve eylemlerin taklidini yapmak için. Unuttun mu, bana yaşanmamışlığın ne olduğunu öğreten sensin.



dördüncü dışarı
eşsiz bir korku doğurmak

Bir atın kırılınca ayağı, vururlar kafasından, artık koşamıyor diye. Ayakları kırılmış atlar ise önceki mektubun kenarlarına acemice çizdiğim bir resimdir, karın neden yağıyor olması gibi ustaca değil yani. Bunu bilahare konuşuruz. Bana sahiden de bir eylemsizlik mektubu yazmışsın. Bizlerin elinde olsa zaten, yeni yeni cephelerle uzatırdık bu savaşı, ne yazık, hiçbir şey bizlerin elinde değil oysa. Mektubunu okudum ve hatta kendimi senin yerine koymak için çabaladım bazı bazı, sonra Poetika’da bizlerden, karakterlerin değil eylemlerin taklidini yapmamız istendiğini anımsadım. Öyleyse yarım ışıtılmış bir oda bulup yarımca bir şarkı açtım ve sigaranın da yarısına geldiğimde işte şimdi vaktidir diyip mahşer meydanından bozma bir masanın başına oturdum ve düşündüm, Alina nedir, yağmur yağarken geliyorsa aklına ve kış da sonunda gelebilmişse yani, üstelik bunca hisleri eyleme çeviriyorsa, Alina ne olmalıdır?  Birçok şey olabilir, haklısın, yine de burada bir çıkmaz var: bir yalanı yaşıyor olmamız. İskeleye inerken kulaklığımdan Erkan Oğur söylüyordu: Ne sahibim bu yerde / Ne kiracı / Sadece bir ömürlük misafirim ben. Ne yani, gerçekten farkında değil miyiz bunun? Binbir rengin karmaşası içinde yüreğimiz, uzlaşmadan da olsa bir yanından tutarak dünyanın yaşayıp gidiyorken, aşık oluyorken ve şiir yazıyorken, sonra mektuplar yazıyorken dostlara, yakasında kendi karanfilini taşıyan adamlar olmaya uğraşıyorken bir yandan, tüm bu olup bitenin kocaman bir palavra olduğunu bilmiyor muyduk? Öyleyse evet, bir yalanı yaşıyoruz, kimi zaman bir günahı da yaşıyoruz hatta. O kadar çok inanarak yaşıyoruz ki her şeyi bildiğimiz hâlde. O zaman Alina nedir? Bir hayal olmalı, bir amaçtan bozma. Sana seni hatırlatacak bir şey varsa, o, bu mektup olmamalı dost, Alina’ya tutunmak olmalı öyleyse. 

Seni susmaya ve baskılanmaya iten, sende sızıyan ve sende tutsanmış olmalı. Daima yani işte, kurtulamayacaksın ki bundan. Yenilmek için diyorsun bana hep, öyleyse yaşadıklarını göğüslemek ve kendi başına getirdiklerinle başbaşa bir yaşamak telaşesine düştüğün vakit mahzun olmamalısın. Son eylemsizlik mektubunu okuduğumdan beri aklıma, bir insanın ne zaman hayatı (her şeyiyle) olduğu gibi algıladığı sorusu geliyor. Ne zaman algılarımızı çarpıtmaktan vazgeçip de çıldırmayı kabulleniriz? En başta doğarken diyorum, yani bu çıkmazla tanışmamıza denk düşüyor ilk çıldırmak. Başka bir ihtimal yok çünkü o an, sahip olduğumuz tek algıyı, yani yabancısı olduğumuz kirli havayı içimize ilk çekince ciğerlerimiz yanıyor ve ağlıyoruz, başka bir algımız yok ve bunu çarpıtacak bir yaşanmışlık da yok üstelik. Bu yüzden en başta doğarken çıldırmayı kabulleniyoruz. Bir de ölmesi var bunun, ikinci çıldırmak. Ölürken de çıldırmakla kaybedilecek bir şey olmadığından herhalde, ya da yıllarca bir yalana gerçek maskeleri takıp yaşanıldıktan sonra gerçekle yüz yüze geldiğimizden olmalı, ölürken de kabulleniyoruzdur çıldırmayı. Sen ise ‘’edebiyatı kabullenmek’’ diyorsun, edebiyat nedir, edebiyatı kabullendikten sonra algılar çok daha fazla çarpıtılıyor, çünkü mevsimleri herkesten farklı görüyorsun ve insanların mevsimlerini ya da kendi kendine yaşamı titretmeden sakince yürümeyi bir sokakta ve böylece aslında çıldırmaktan uzaklaşıyoruz olabildiğince. Öyleyse edebiyatı kabullenmek, bir bakıma, maskelenmemiş bir hayatı reddetmek anlamına geliyor ve doğal olarak gösteri benliğinden uzaklaştırıyor bizleri. Bunda telaş edilecek bir şey olmamalı o zaman, geçelim.

Olanlar ve bitenler var, mektubunun en güzel cümlesiydi bu. Olanlar ve bitenler var, daha sonra seni tanımayan bir şehir var, haritanın neresine düşer bilmediğim, hem siyasi hem zihin haritanın. Beşiktaş iskelesinde, günlerce altında uyuduğun bir üst geçit var, ölümü hissetmeden. Üşüyordun belki de, ya da açtın, ölümü hissetmedin ama. Öyle bir yerdi ki orası, ölümü hissettiğin an ölürdün çünkü, biliyorum, gördüm. Her şey kendi olağanlığıyla gidiyordu ve bana da bu olağanlığın yansıttıklarıyla anlatmıştın olan biteni, fakat yine de çaresizdin. Belki de doğru söylüyorsun, kendini kurtamalı ve uzaklara atmalısın, hiçbir şeyden kaçamıyor da olsan Kavafis haklı, o şehir arkandan gelecek daima, o şehir köşelerde sessizce ağlayan bir anne çünkü.

Bir oyun izlemekteydim, pek de güzel diyemeyeceğim bir oyun, sıkılıyordum esasen. Oyun biterken, son sahnede yani, kısa boylu ve düzgün traşlı başrol, başından beri giydiği tuhaf kıyafetlerle sahneye daldı. Suratı kanlar içindeydi. Biraz soluklandı ve etrafında kendisini dikkatlice izleyen topluluğa döndü: Bakmayın bana öyle, ben deli değilim, sadece zamansızım, diye haykırdı ve ağlayarak geri çekildi. Ben bu adamı bir yerden tanıyorum, dedim kendi kendime, fakat neredeyse iki saattir onu izliyordum ve böyle bir fikir oluşmamıştı zihnimde, ben bu adama bir yerlerde rastladım. Tüm seyirciler, içerisine sıkış tepiş oturdukları devasa salonu terk ederken ben oturduğum koltuğa çakılı kalmıştım. Kim bu adam, eminim, bir yerde gördüm. Salon tamamen boşalınca kalktım mecburen ve Acıbadem’den Kadıköy’e inmeye başladım. Cevapsız ve uzun bir yürüyüşle kapıma geldiğimde, ince ve beyaz bir zarf gördüm, özensizce sıkıştırılmıştı, üzerinde eylemsizlik mektupları yazıyordu ve gönderenin adı zarfın üst köşesine küçük haflerle iliştirilmişti: suratı kanlar içinde gelip, bakmayın bana öyle, ben deli değilim, sadece zamansızım diye bağıran adam.

 

çıkış

Evet, şimdilik böyle işte. Bana soracak olursan, yine de dün gece biraz uyumuş olmayı dilerdim. Yeniden yitirilmiş bir günün sonunda, zihnimin tüm dağınıklığından kaçırıp göğsüme sakladığım üç beş kelimeyle, sana tüm bu olan biteni yazmaktan başka çare bilmiyorum. Gitmeyi unuttuğumdan beri adımlarım daha hızlı, koşuyor gibi yürümeye başladım, yetişmeye çalıştığım bir şey de yok sahi, o zaman kaçıyorum, nicedir asılmış her yüzden bir parça taşıyor yüzüm ve sonra özlemeyi de unuttum, varsa gidecek bir yer işte bu durduğumdur, sahiden kaç kez daha ağlamalı yaşam beni, evet abi, zihnimde yasaklanmışlar ve gözlerimde ince bir yanma, koşuyor gibi yürüyorum anlayacağın, zihnimi ele geçiren bu curcuna nedir, tüm düşünülmemesi gerekenler iç içe, gözlerimin sahibi kim ve bilmiyorum neden gelmiyor bir türlü kış. Günün sonunda yani abi, günün sonunda olanca yitirilmişliğimle işte, koşuyorum gibi.

Yine de bu gece biraz uyuyabilecek olmayı diliyorum. Oysa bu biraz da, bütün olan biteni sana yazmaktan başka bir çare bilmiyor olmamla alâkalı.

Belki de bir gün bana İsrafil olmayı anlatabilirsin, ben de sana, kıyamet sabahında bir ayçiçeği olmayı. 

Sevgilerimle ağabey, olanca sevgilerimle.

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP VII


Birinci Köşesi / İnandırılmışlıktan Kaçış

Sevgili Ağabey,

Tanrı bizler için, yeryüzünde asla bulamayacağımız kusursuzluk arayışının tatmininden ibaret olmamalı, demiştim. yalnızlık. Kendi gerçeklerimiz ve öğrenilen doğrularla iç içe geçmiş, asla ve asla bitmeyen bir şeyler kovalayışımızdaki ince tınılar. kelimeler ve yanılgı. Belki de kusursuzluğun olmayışı, ya da belki bitmek bilmeyen bir yokuşu tırmanırken tıkanan ciğerlerimize ve tütüne küfretmek. çaresizlik. Soğuk rüzgarları, bir kayıp gibi soğuk,  göğsümden eksik etmeyen, ayaklarımız acıdığında akla gelen imgelemler, o an var olmayan yaşamların resimleri miydi? Bütün bunlar gerçek miydi ve, gerçek neydi ki zaten? İşte biz yeniden Aşiyan'da sırtımızı bir mezar taşına vermiş Boğaz'ı izliyorduk. Oysa henüz saat geçmemişti, gemi sıkılmalarına anlamlar kondurmamızın üzerinden. Bacakları kırılmış atlar gibiydik. İçimize sığmayan, bir fikir değil, sanki bir somutlaşma, parmaklarımızın ucuna dek gelip elimizi, yıllarca çıkmazlarla berkitilmiş yumruklara çeviren, sataşma isteği ve inat. Ben ise gevşetip yine, ellerimi, annenin mezarının soğuk toprağında gezdirdikten beri, aklıma yine bir kılçık gibi takılmıştı gerçek. Senin gerçeğin, benim gerçeğim, annenin gerçeği neydi? Bir gerçeğin, madde ve ruhun kusursuz olmayışına, hep bir eksiklikle zihin tırmalayışına, tek bir neden bile sunamıyoruz. Kusursuzluğa yaklaşabilene, kusursuzluk övgüsüdür, diyoruz olsa olsa. Nihayetinde gerçeklerimiz tek bir an bile kusursuz olabilseydi, annenin bu soğuk toprağın altında yatıyor olması haricinde hiçbir şey, anlamını bulmak için, bir kimsenin kelimelerine ihtiyaç duymayacaktı. Yahut ben, onun nemli ve kırılgan toprağına dokunduğumda, senin ruhunun labirentlerinde kaybolmuş hissetmeyecektim. Sahiden, İstanbul'u kaçar gibi bir sabah terk etmen hangi kusursuz gerçeğinin çıkmazıydı ki? Görüyorsun, inanç bu noktada ikiye ayrılıyor. Benim kendimi inandırdıklarım kusursuz olamıyor. Kendisini bana inandıran tek bir gerçek ise, tüm kusursuzluğuyla, ellerimi intihar etmiş bir kadının toprağı üzerinde gezdirip, olmuşluğumu en derinine kadar oyuyor. Bütün gerçeklerimin ışıltısını söndürüyor. İnsan, gerçeklerinin de kusurlarla dolu olduğunu anlayınca, geriye neyi kalır? Bir yalana inanmak isteği doğar, sabaha karşılardan birinde. Zaten insanın günleri, sabaha karşılarda neyi karşılıyorsa ona dönüyor. Belki de annenin son gerçeği, işte buydu. Biliriz ki, ağıt değilse, ölen bir insanın ardından kelimeler savurmak yakışık almaz. Geride kalanlar anlayamadı bunu. Yalnızdı dediler. Çaresizdi, yanılgılarla çepeçevre, kangren bir ruha sahipti. Öksüzdü, yetimdi, insandı işte. Kimse, bir başkasının ölüsü için ağlamıyordu oysa, kendisinin geriye kalan eksik dirisi için. Peki ya ağabey, neden sonbaharı anlayamıyor yapraklar? Yaşayanların gerçekleri arasında ölüm yok, mu? Yok. Tırnaklarını nereye geçirirsen geçir, dönüp dolaşıp ellerinde kendi kanınla çöküvermenin yansımalarıdır, savurgan bir telaşla ve aceleyle yaşadığımız. Ölümü kavrayamamamız ise, tek kusursuz gerçek oluşundan olsa gerek. Nihai varlık, nihai gerçeği yaratıyor, biz, sadece izliyoruz. Yok olmanın maddelerinden başka bir şey değilizdir bir ihtimal. Sana bu yüzden, masmavi bir deniz ve gökyüzününün dostluğunu izlerken, ellerimde hala toprak kokusu, ruhum delik deşik söylemiştim: Bu sadece teolojik bir öğreti değil, Tanrı, bizler için, yeryüzünde asla bulamayacağımız kusursuzluk arayışının tatmininden ibaret olmamalı. 
         
                          
İkinci Köşesi / İnanmışlığa Kaçış


Ağabey, 

Yalnızlığın, insanın nerede çoğaldığıyla bir ilgisi var ise, göğsümün bunca zamandır, kanlı ve kemirgen ovaların, köylüklerde zaman durduran sessizliğin ve hayatı kulakların arkasına iten duyumsuzluğun yatağı oluşu boşuna değil. Öyleyse kelimelerin mi yoksa yalnızlığın mı daha önce yaratıldığı, buracıkta bir soru işareti olarak kalsın. Sadece, çocukken, kelimeler henüz beklenilmesi gereken kaçışsızlıklar iken, kurumuş bir limon ağacıyla ve toprakla ve arklardan sessiz sedasız, hayata dokunmadan geçip giden su ile konuştuğumu bilirim. Çünkü gölgesizler böyle yapar her gölgesiz kaçınılmaz bir hiç kimseye dönmemek için toprakla konuşur ve sessizlerin bağrından kelime sökmek ister ve yitmişlerden yitip gitmeler dilenir ve sorar çünkü sırrı saklayan bunlardır gölgesiz ise ömür sonana dek zindanlarında gizlenecektir bir kez duymaya görsün* Limon ağacının kuru bedeninde ellerimi gezdirirken, hep öfkelenmem gerektiğini hissederdim. Gerekmek. Ne acı. Ama beni tanırsın, her yağmurdan eli boş dönenlerdenim, gölgesizim, bilmem tutunamayanlar gibi öfkelenmeyi. Oysa çocuklar, her şeye öfkelenebilmenin meşru olduğu, tanrısal bir hissin ilk duyumlarıdır. Çocukluk, hep biraz da sarhoşluktur. Benimse tek duyumsadığım, yalnızlıktan da önce yaratılan bir şeydi. Farklı olduğumdan değil, çok fazla aynı olduğumdandı. İşte, gözlerimin karanlığa muhtaç oluşu, aç ve perişan bir köpek gibi muhtaç oluşu bu zamanlara dayanır. Bu yüzden, bende renklerin tükenişi, dışarıdaki dünyanın soluk alnacını boyamaya gücüm kalmayışı da kelimelerden öncedir. Birinci köşe, bize dayatılanlar ve öğretilenler. Bana tek öğretilen, her şeyin kader oluşu, ötesinin olmayışı. Ötesi, akılların ermeyeceği yer, işte hiçbir duanın reddolmadığı köşebaşı. Kutsal olan ve kutsamak eylemi, hep bu akılların ermeyeceği köşebaşına gelene değin, eşya üzerinden dünyaya akıyor. Buradan sonra ise kendi ruhlarımızda birikenleri kutsuyoruz. Ne budalaca! Zaten kader demek, bir çocuk için ne ifade edebilir ki? Misalen, limon ağaçlarının kuruması kaderin neresindedir? Yalnızlık, kimsenin olmayışı değil, herkes ile beraber yalnız olmak, sadece insan olmak bile yalnız olmak için yetiyor ise, kaderimizin neresinde yazar? İnsan, kelimelerle düşünür Hazar. İnsanın yalnızlığı, düşüncelerinden ayrı değildir Ağabey. Yalnızlık, bir kader ise, kelimelerle yazılmış ise bir deftere, kesin ve olmuş olandan ibarettir, olacak olan olması kesin değildir. Ama yalnızlık bir kader değil. Kaderin kendisi yalnız olmak. İnsan, yalnız doğar. Her şey en baştan kaybedilmiştir. İnsanın, bu dünyada, insan olmaktan başka binebileceği bir gemi  yoktur. Her şey buna bir araçtır. Ağabey, neden bunu inatla bir distopyaya yorduyorlar? Bize öğretilen, cebimize sıkıştırılmış kelimelerin tek bir anlamı var, anlatmak. Yalnızlığımızı anlatmak. Hiç kimse olmuş gölgesizleri, son avına çıkan bir bozkırkurdunu, seni ve beni ve onları anlatmak. Neden mağlup sayılalım ki? Her şeyin en baştan kaybedilmesi, kazanabileceğimiz tek şeyi kazanabilmek için-di. Değil mi? 

*öyleyse, yalnızlık, kelimelerden önce yaratılmış olmalı. öyle haklısın ki bozkırkurtları bile hep bir iz bırakıyor muhtar.

 

Üçüncü Köşesi / Zamanın Hep İleriye Akışı

 

Bir gece ansızın, durduk yere, öylece oturduğum yerde, özlediğimi hissettim. Her şey böyle başladı, 

Soğuk bir geceydi. Henüz bulantım, bulutların pembeye kırmasını atlatamamışken, varlığım ve burada oluyor olmamın arasındaki boşluk, bilincimi yeniden  içine çekmeye başlamışken, yine kaskatı bir karanlık çöküvermişti. Karanlık bu, hep aniden çöker. Hangi yolcuyu beklesin ki? Belki de ezelden beri, yolcusu oluşunu saçma bulmuştur, bilinmez. Öyle ki, dünyada günışığına küsmüş bir gece olsa, işte o geceydi bu. Sessiz denemezdi çünkü sessizlikten doğma bir uğultu vardı gecenin içinde. Ses dediğim, çamların, rüzgara değerken çıkardığı uğultuydu. Çok uzaklarda, evlerin dedeleri, karanlığın uğultusu derdi buna. Çünkü onu işiten herkesin zihnini neftiye boyardı. Yine de bu ses, seslerin içinde öyle garip biriydi ki, sessizliğin içinden olması, insanda bir ürperti uyandırmasına yetiyordu fakat yine sessizlikten doğması, hoş bir tınıyı da yaslıyordu kulaklarıma. Komşu evlerin avlularında, kimsenin göremediği domuz yuvalarında, bilhassa bir ses olmanın kendi içinde dolaşır da öyle girerdi bu eve. Girdiğini herkes görür, çıktığına ancak güneşi karşılayanlar şahit olurdu. Çok soğuk ama sessiz olmayan bir geceydi. Anne dedim, 

Böyle gecelerde, renkler hep bir yerlere kaçarlardı. Dağların mı ardına, duvarların mı diplerine, yoksa insanların mı içlerine bilinmez. Kaçarlardı ve göğsüm yeniden bir ovayı bir taşa sıkıştırır gibi sıkışırdı. Nehirler ne yöne akar, hangi çoban kendi  sürüsünden akıllıdır, batağanlar nereden gelir ve nereye giderler, kestiremezdim. O gece, yine bir kaçış, fakat sanki sonsuz gibiydi. Ruhum kadim açlığıyla yola çıktı, gece ve gündüzü birbirine karıştırarak yürüyüp dağları aştı. Girdiği her köylükteki her evin duvar diplerine eğildi ve ortancaları selamladı. Karşısına çıkan her insanın, eşkiyanın, evliyanın, kayıp ve aşığın içine bir şiir uçurdu ama yine de bulamadı onları. Sonra bir yere çöktü. Yoruldu ister istemez, dinlenmek istedi ve ansıdı: zaman hep ileriye akmadan önce, renklerin tek sığınağı annemin yüzüydü.  Varsa bir yerde bir ışıksızlık, annemin yüzünden yansı bulur, kuşluğu beklemeden rengine kavuşurdu. İnsanın bazen bir parça toprak ya da ufacık bir taşı özlemesi, annelerin özlenmesiydi esasen. Uzak ya da gurbet dedikleri mecburi karanlığı, bir tek annelerin yüzleri aydınlatabiliyordu. Belki bu gece de oradaydılar. Ansıdı ve aştığı bütün  yolları, aynı açlıkla geri yürüdü. Eve döndü ve annemin yüzüne baktı. Ama değildiler. Bu gece annemin yüzünden bile kaçmışlardı. Koyu bir gri  kalmıştı sadece. Anne dedim, 

Çoğu zaman ince bir tebessüm kayıtsızlığıyla meşhur, ben, o gece bir cinayet işledim. Renkler ortada yoktu ve önceleri yapabildiği tek şey zihnimi karanlık-yeşile boyamak olan bir uğultu, renklerin ortada olmayışını fırsat bilip kafamın içindeki her boşluğa sızmaya uğraşıyordu. Savaştım. Mahzun olmadım, hep biraz da yenilmek için buradaydım ve nihayetinde yenildim. Sonrası bir cinayet. Bir cinayet ki, katil hariç, herkes ve her şey öldü. Oysa öldürdüğüm, zamanın önünde direnen, devrilip de bu evin, bu şehrin ortasına çöküp kalmasın diye kendini yiyip bitiren o şeydi. O şey, o muğlak ve belirsiz fedai, neydi? Öldürdükten sonra bile göremedim. Sahi, görsem ne değişecekti? Anne dedim, 

Bir gece ansızın, durduk yere, öylece aniden, özlediğimi hissettim. Her şey böyle başladı. O gece annemin yüzü, mutlak bir griydi. O gece bir cinayet işledim. O gece, zaman hep ileriye akmasın diye direnen o şeyi, istemeyerek oracıkta öldürdüm. Peki nasıl? Anne dedim, 

Anne anlat,
ne oldu?


Dördüncü Köşesi / Oyalanış Ayinleri

                                 
Yaşamak, her gün kendi anlamından vazgeçen bir şeye dönüşüyor. Hal böyleyken, yirmi ikisinden sonra ilk kez karın yağışını seyrediyor olmam neye yarayacaktı? Ya da sen, kiliselerden bir çağ başlatamayacağını bilmiyor muydun? Benim gibi ve herkes, öylece oyalanıyordun. 

Bir tipi, titreten bir rüzgar ve ağıt gibiydi o, Sevgili Dost, ağlamaklı kazanmışlıklarımız, ağlamadan kaybettiklerimizden az değil. Çilemiz, tek başına kaldığımızda, hep diş sıkmak eylemi, aslında tek başınalığın özleminden arta kalanlardı. Bir çağ başladı ve bitti. Bunu başlatan sendin. Bunun başladığı yer bir kilise değildi. Başlatan sendin  ve mevsimlerden sonbahardı ve evindeydin. Her şeyin başladığı yer, dört duvarı kitaplarca büyü dolu odandı. Kalemliğinden kurşun bir kalem çıkardın. Ucu körelmişti, açtın. Yazdın ve adına Daphne Çağı dedin. Nereden biliyordun ki? Neden adını koyamadığımız acıları yaşıyoruz? İki sorunun da cevabı aynı. Sen, parmaklarının ucuyla yetişebildin ve hafifçe dokundun. Bazen, durdun ve izledin. Bazen ağladın. Bazen sana fısıldananlara kulak verdin. Korktun. Sonra tekrar ağladın. Masanın manzarası hayli hoştu, oturdun ve yazdın. Durmadın. Bazen ben geldim yanına, sustuk ve benliğimizi dinledik. Eskiden, kendi evine bile saygıyla girmeye korkan bir adamdım, ama içinde dolaştığım benlik, sana büyük bir saygıyı pay ediyordu her seferinde. Seninle en güzel susarak değil, kelimeleri yarım bırakarak anlaşıyorduk. Çünkü biz, sustuğumuz zaman sadece ağlıyorduk. Ayrıca susmak, bizim için estetik bir şey de değildi ve biz birçok kaygılarımızın tepesinde varlığımızı estetik kılacak olanın ne olduğunu sorardık. Ben hep, sevmektir, derdim. Sen kızardın, kırarım kafanı, bir bok bildiğin yok, insan varlığı estetik olamaz oğlum, derdin. Ne önemi vardı ki?  Sonra ben çıktım, tekrar yalnız kaldın. Dört duvarı kitaplarca büyü dolu olan odanın dört ayrı köşesinden kendini izledin. Odanı havalandır, dediğim geldi aklına. Güldün. Basit ve sakin bir gelecek istediğimi düşündün. Kızdın. Basit, ağrımak kadar basit, sakin bir gelecek. Sanıyorum ki düşüncen, yaratıcılığı doğuranın husursuzluktan başkası olmayışıydı. Şairler ve öykü mühendisleri ve romancı bilgeler hep husursuz olmalıydılar. Sakin ve basit bir gelecek istiyorum dediğimde, huzursuzluğu geride bırakmak istiyorumdur, sandın. Estetik olanın önemi de buydu, ikimiz de yanılıyorduk. İnsanın varlığını estetik kılan tek şey huzursuzluktu ve bundan zaten kaçamazdım.  Sonra tabakandan bir tütün sardın ve pencereleri açtın. Yakmadın, bekledin. Gitmeliyim dedin, gittin. 

Daphne Çağı, bir kiliseden başlamadı. Tütünü yaktın, bir çağ başlattın. Ben istediğim için pencereyi açtın, biraz havalandırdın. Tütün bittiğinde, artık Daphne Çağı da bitmişti. Benim gibi ve herkes ve sen, bir oyalanış ayininde dualar ediyorduk ancak. 

                                                            
Çıkış
             
Sevgili Ağabey, 

Sana bir mektup yazdım, dört köşeli. Dört köşesi bir çerçevedir. Birer büyüyle doğmanın çerçevesi. Artık lanet demiyorum çünkü gurur olmasa da üzüntü de duymuyorum, inatla. 

Sana bir mektup yazdım, bu dünya ile uzlaşmayacak olmanın keyfinden dört köşedir. Çünkü kaldırımların yaşanmış taraflarından yürürüm hep, ellerim ceplerimdedir ve ağzımda belli belirsiz ıslıklar dolaşır. Botlarımı ise  çamursuz gören olmamıştır. 

Dört köşesi birbiri içre bir mektup yazdım sana, içrek kahırlar gibi yaslandığından. 

Yazdım, 
çünkü yaşamaktayım. 

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP VI


Sevgili Jöntürk,

Garip bir hüzündür her şey. Ben, öncelikle ''her şey''i çıkartacağım. Garip bir hüzündür, diyeceğim. Her şeyi çıkartınca geriye hiçbir şey kalmıyor diyecek doğa. Oysa hudutsuz bir özgürlük de tanımış olacağım, bir şiir kuruyor gibi. Cümlenin sonuna koyduğum her şey garip bir hüzün olmuş olacak. Kimilerine göre bir çelişki de üretmiş olacağım. Onlara göre bir şey, her şey demek olabilecek çünkü. Bu mektubu kör bir adam yazıyor olsaydı, karanlığın garip bir hüzün olduğunu söyleyecekti. Hapisti çünkü, tek tanımlayabildiği oydu. Bir sağır yazıyor olsaydı sözgelimi, sessizlik diyecekti, garip bir hüzündür. Oysa bizler, kimi zaman kendisini birkaç mektuba hapsedenler, hem kör hem sağır olmalıydık. Böylece her şeyin garip bir hüzün olduğunu söyleyebilirdik. Şimdilerde ben, bir çam ormanında ya da pasifik ırkından bir rüzgarın deniz tuzunu suratıma çarptığı bir sahilde oturmuş sana mektup inşa ederken neyin garip bir hüzün olduğunu söyleyecektim? Peki ya, asıl olan neydi? Şimdi de ''garip''i çıkartacağım. Bir hüzündür, diyeceğim. Çünkü hüzün diyeceksen garip diyemezsin diyecekler kadim bilgeler. Her şeyin içine sinmesine izin verdiyseniz hüznün, hiçbir şeye garip demeye hakkınız yok diyecekler. En nihayetinde böyle bir sıfata ihtiyacı da yoktur hüznün, olması gereken zaten budur. Bu ilk doğan güneşin mecburiyetidir. Anlatılamayacak yani hiç kadar ağır yani garip bir şey hissediyorsak hüzün diyeceğiz zaten. Ya da orman uğultuları gibi yani hayli hoş yani garip şey bir hissediyorsak hüzün diyeceğiz. Bu benim zihnimde ne canlandıracaktı, gayet iyi biliyordun. Garip denmesi de gerekmiyordu. Çünkü zaten bir mektuba yazıyorduk. Zaten garipti. Bu zaten başlı başına bir hüzündür diyecektim, biliyordun. Şimdi fonetik olarak daha alımlı, mahlûkat kümesini daha da genişletir gibi, hüzündür diyeceğim. ''Bir''i de çıkarttım. Oysa bu mektuba başlarken her şeydi. Bir kalmıştı en son ve şimdi hiç. Hüzündür. Parklar hüzündür, adımladıkça derinleşen kaldırımlar hüzündür. Uzaklarda, hiç kimsenin şahit olmadığı ama nihayetinde var olmuş bir dalga hüzündür. Bütün kelimeler, heceler, harfler ve notalar hüzündür. Oysa her şeyi çıkartmıştık en başta. Hüzündür dediğimizde, bu kadar yalın ve alımlıyken, her şey sonuna kendiliğinden geliyor cümlenin. Biri çıkartıyoruz, garibi çıkartıyoruz fakat her şey kurşun gibi oturuyor. Hissettiriyor ve kendisine nefes oluyor. Evsizlik gibi, sevgisizlik gibi. En nihayetinde hüzündür her şey demek zorunda oluyoruz. Bu da bugün doğan güneşin mecburiyetidir ve hüzündür diyoruz.

Sevgili Ağabey,

Katılıyorum, mektuplar günlük dertlerimizin konuşulma yeri değildir. Öğreniyorum; bir mektup nasıl yazılmalı, nasıl bitirilmeli, ne anlatılmalı, paragraf dizimleri nasıl olmalı… Aylardır bekliyorum. Agresif, neye sataştığından bile haberi olmayan bir boğa edâsındaki mektupların kendi kendilerine sakinleşmelerini umuyordum. Harflerin ağzı olsa hepsine birer sigara ikram ederdim başlarda. Bir şekilde devam etmem gerekiyordu çünkü yazmaya. Henüz çıldırmak için çok erken diyordum. Oysa olmuyordu. Kaç gün sonra baksam yine suratı asık metinlerle karşılaşıyordum. İnat etmeyecektim. Kapatıp kenara koyuyordum her seferinde. Şiir, diyordum. İçimden kopalı çok uzun zaman olan bir şiir üzerinde çalışıyordum. Öylesine karamsar metinlerden sonra şiir hoş bir kaçış oluyordu açıkçası. Fakat ben neyi önemsiyordum? Bir şiiri içimden sökerken dikkat etmem gereken şey neydi? Cevabını bilmiyordum lâkin bunu bir ritüel olarak her seferinde yapmak isteğinden kaçamıyordum da. Kendime hatırlatmak sevgisi dost… Aradığım bir ahenk, müzikalite, ritim değildi. O aniden denk gelen, binaların arasından görünen bir parça deniz gibi… Bu dünyaya yarı ait, yarı ait olmayan. Düşünüyorum, her şeyin bir amacı vardır dediler bize hep. İnsan koca bir muamma ve bunun rüzgarıyla uçurtma gibi uçurmak istiyorumdur belki zihinlerde bir şiiri. Sadece bilmiyorum. Fakat kendi zayıflıklarımı bir şekilde anlatmam gerektiğini çoktur hissediyordum. Bunun adına bazen dün bazen bugün bazen de yarın diyordum. Bir şekilde dışarı çıkmalılar. Mektuplarda kapatılan kapıları, böylece şiirde açıyordum. Sonra kenara koyduğum mektuplara dönüyordum. Onca zamandır, kapanmış kapılara kızgınlar. Harfler hep bir ağızdan bağırıyorlar yüzüme. Oysa şimdiye kadar ağızları yoktu bunların…

Değecek mi?
Sevgisi Dost,

Şehrin apartmanları arasından belli belirsiz bir gölge gibi yalpalayarak geçtim. Silik anımsamalarıma dayanarak aklımda neyin var olduğunu kestirmeye çalışıyordum. Kafam yine yerdeydi. Kaldırımların, ben adımladıkça derinleşmesini izlemek istiyordum. Ben adımladıkça uzamasının yolların, tuhaf ama çekici bir tarafı vardı. Bir aralık dinlenmek isteğiyle kafamı kaldırdım. Kara kaşlı kara gözlü, yağız bir çocuk beni izliyordu. Kulağımda gri sesler duyumsamaya başladım. Yanına gittim.

Ben dedi, ağlayamıyorum. Ağlaman mı gerekiyor, diye sordum. Ağlamamız gerekiyor. Nedenmiş o? Çünkü doğru düzgün ağlayabilecek bir tek bizler kaldık. Bizler kimiz çocuk? Bizler, adımlarıyla kaldırımı derinleştirenleriz. Kaç kişiyiz biz? Ağladıkça öğreniriz. Peki bu ağlamak dediğin senin, bildiğimiz ağlamak mı yani? Bizim yürüdüğümüz yolda hiçbir şey bildiğin gibi değil.
Göğsüm sımsıkı oldu o an. Arkama bakmadan, sanki arkam yokmuş gibi hatta, arkamda hiçbir şey bırakmamışım gibi kaçmak istedim. Öyle bir koşmak istiyordum ki, her şey arkada kalsın ve bir daha beni bulamasınlar.  Tüm o dostlar, gülüp eğlenmeler, bazen bir park köşesi ağlamaları ya da bir bıçakla kesiliyormuş gibi uçuruma dönüşmeleri yarının; geride kalsın ister gibi koşmak istiyordum. O kadar çok koştum ki sonra, o denli hızlı koştum ki kendimi bile geride bıraktım.

Bir odada oturmuş insanların gülümsemelerine tanıklık ediyorum. Yüzlerinin her detayını ezbere bildiğim bu insanlar, birbirlerine gerçek gülücükler gönderiyorlar. Abartısız, dupduru ve bazen sahipsiz gülücükler. Televizyon açık. Bir kadın karşısındaki bir kadına bir şeyler anlatıyor. O zamanlar kadınları dinlemek gerektiğini bilmediğinden umursamıyorum. Zaten odadaki hiç kimse umursamıyor. İçine gömülmek istediğim gerçeklikle başbaşalar. Aniden burnuma yaşlı bir rüzgara eşlik etmiş portakal kokusu geliyor. Arkamı dönüyorum ve bir adam bana bıçağının ucundaki yeni soyduğu portakaldan bir dilim ikram ediyor. Ona kendisininki gibi sahipsiz bir gülümseme emanet ediyorum ve portakalı kabul ediyorum. Kafamı kaldırıyorum. Duvarda asılı bir tabloyla karşı karşıyayım. Bir körfez. Denizin kıyısında bir ev. Eve varan, zaman zaman çatallanan bir yol. Kimi yeni yeşillenen kimi onlara yeşillenmeyi öğreten ağaç toplulukları. Kendimi orada olmak istediğime ikna ediyorum. Bir parça deniz her şeyi halledebilecek kudrettedir diye düşünüyorum. Sonra bir kadın kadife sesiyle bana sesleniyor. Ona dönüyorum. Ne dediğini tam olarak kavrayamadığımdan etrafımdakilere bakıyorum. Birileri gitmiş. Birkaç kişi eksilmişiz. Birkaç gülüş eksilmişiz. Birkaç yıl eskimişiz.

Koşmayı kestim. Fakat devam etmem gerekiyordu. Yüzümün sağına turuncu bir güneş parçasını aldım ve devam ettim. Ağlamaklıydım.

Neredeyim? Bu kokuları bir yerden hatırlıyorum. Kulağıma bir balkon gürültüsü yaslanıyor. Dinleye dinleye buluyorum. Balkondan dışarıya bakıyorum. Bir köy evindeyim. Yeşil ve soluk kırmızı boyanmış. Biri evin sağından giden, öteki evin önüne doğru kıvrılan iki yol ağzının birleşiminde. Adımı işitiyorum. Evin arka odalarından bana seslenen arkadaşımın yanına gidiyorum. Burada ne işimiz var? Sen öleli çok oldu. Biz bu anı çoktan gömdük. Yoksa utanmadan her zamanki yoldan mı geldik? Akşam vakti korkacağımızı bile bile o karanlık portakal bahçesinin içinden. Hiç mi kendimize saygımız yok oğlum! Otur iki dakika soluklan. Ağlama. Şu yatağa uzan, dinlen biraz.

Dost,
Bundan kurtulamayacağım. Her gün tazelenerek yavaşça çürüyeceğiz. Biliyorum. Mahzun değilim, sadece farkındayım. Hüznün bütün sıfatlarını geride bıraktım. Hüzündü-r her şey. Ve nihayetinde bir daha düşmek için kalkıyoruz hep.

Belleğimde bir doğum lekesi gibi
Sevgili Ağabeyim,
Bugün o sokaktaki yağız çocuk yirmi beşine bastı.
İyi ki doğulmaz, diyorsun. Öyle olsun.
Doğum günün puslu olsun.

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP V


Ağabey,

Şehirlerarası otobüs terminallerinde en olağan vedalara bile ağlamamak için oldukça çocuğum. Oysa en sıradan metro yolculuklarında kafamı sarı direklerden birine yaslayıp kalbimi kemiren kurtlardan kurtulmak için oldukça yaşlı olduğumu sanırdım. Sen ise bana bambaşka bir şey söyledin. Üzüldüm ya da sevindim değil. Kırıldım ya da onur duydum değil. Sadece anladım. Bana söylediğin her şey gibi kafamın panolarına iğneledim. Bunu bir bahane olarak kullanmayacağımı bilmeni isterim.

Uzun bir yolculuktan geldim. Döndüğüm yer tam anlamıyla yuvamdı. Vardığım yer evim bile değil. Ait olmadığım şehirlerde, her geçen gün, her geçen saat, ait olmadığım insanların yüzlerine bakmaktan yoruldum. Bana ait olmayan bu adımların, beni, bana ait olmayan mekânlara götürmesinden yoruldum. Kafamın içinde, hem ne yapmam gerektiğinden kesin olarak emin olup hem de ne yapmam gerektiği hakkında hiçbir fikir olmamasından yoruldum. Her defasında bir sokak köpeğinin bakışlarında, yere düşen bütün çam ağacı pürülerinde, trafik ışıklarının kırmızıdan yeşile her geçişinde, benim burada ne işim var sorusunu zihnimin en göz önünde olan yerlerine tırnaklarımla kazımaktan yoruldum. Cevabını bildiğim soruların beni kısır döngülere sokmasından yoruldum. Ağlamaktan, ağlamamaya çalışmaktan, gülmekten, yürümekten, durmaktan, gitmekten ve kalmaktan yoruldum. Eskilerden kalanları kalbimin içinde bir böcek gibi ezememekten ve onları kovalamaktan yoruldum. Bu dünyadaki ödevlerimin, sorumluluk ve yüklerimin beni bir şeylerden koparmasından yoruldum. Anlam aramaktan, anlamlandırabilmek ve anlamlandıramamaktan yoruldum.

Biliyorum. Kafandan geçenleri biliyorum. Ben neyi bildiğini biliyorum.

Sadece, sen, bu sınavı çoktan vermiş bir adamsın. Benimle konuş, bana anlat. Bir çicek kendini kopardığı için ağlayabilir mi?

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP IV


Sevgili Jöntürk,

Bu mektupta anlatmayı düşündüğüm her şey, sisli bir şehirde yitirdiğim ceketimin cebinde kalmış. Çok kısa keseceğim, kızmamanı umarak. Adamın birinin kedinin birine tekme attığını gördüğü için bulunduğu şehirdeki üniversitenin tıp fakültesini üçüncü sınıfta bırakıp evine dönen bir çocukla tanıştım. İnsanlar kızıyor, bazıları gülüyormuş. Ben ağlama saygısızlığında bile bulunmadım. Ölüm ile aramızda tek bir göz göze kalış kalmış gibi göz göze geldik. Abi artık ben de merak ediyorum; kaar, neden yağar kaaaar?

Nasıl yazıyorsam öyle değilim, katılmıyorum Cıngıl Nuri'ye, Rıza'ya, Reşit'e, Cennetin Oğlu'na, Muhtar'a, Bekçi'ye ve diğerlerine. Kime yazıyorsam öyleyim. Bir ayna değilim tabi ki ama su yansımasıyım. Her an bulanıklaşabilir ya da dağılabilirim. Sen acılarından beslenen bir adam değilsin. Acılarını mütemadiyen besleyen bir adamsın. Ruhun bu yüzden sıskalaşıyordur belki. Kitapçının vitrininden kitaplara bakmıştık ya hani, işte öyle izin veriyorsun bu acıların izlenmesine. -Belki de bizim işimiz bu diyeceksin.- Her sabah temizleyip tekrardan vitrine koyuyor, her gece aynı yüz ifadesiyle içeri alıyor ve ağlıyorsun arkalarında. Gördüğüm iklim bizim Akdeniz'e benziyordu. Her şey biraz nemli ve yapışkan gibiydi. Her göz bir adım gerisinde saklıyordu yaşları. Seni tanıyorum diyemem ama kuşlar orada bir başka uçuyordu. Abi, her şeyden emin gibi duranlar hiçbir şeyden emin olmayanlardır.

Tanrı'nın gerekliliği altında eziliyorum. Biz kurtulabilecek olanlar mıyız? Bizi kurtaracak olan nedir? Algoritmalarımız çıkmaza uğradığında yapılabilecek ne vardır? İndirgenemeyecek hissiyatlar mıdır yoksa indirgeyemediğimizde yüreğimizin ortasına çöreklenen? Korkuyorum kardeş korkuyorum dost korkuyorum abi korkuyorum karşıma çıkan bütün çukurlara düştüm korkuyorum kaybedeceksin der gibi baktı istanbul korkuyorum korkmaktan ama korkmuyorum ölmekten.

Ağabey,
Belki de Dicleler kuvvetli aksın diye yağıyordur kar.

Dost,
İyileşmeden eskiyoruz, görmüyor musun?

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP III


Şimdi ne olacak, sahi?
Sevgili Ağabeyim,


Haline ağlayanlar görüyorum, üzülüyorum. Haline gülenler görüyorum, ağlıyorum. Ayakta kalman için bir neden sunmak istiyorum sana, yok. Yıkılman için bir neden sunmak istiyorlar sana, yok. Bilmiyormuşsun gibi anlattırma bana, bu yaşamak dediğin paradoks her yönüyle. Ciddiye almayı abartmamak gerekiyormuş gibi hissediyorum. Hiçbir şey yapmamak... Nefes alıyorsun ya işte, neyine yetmiyor? Demek isterdim vicdansız bir puşt gibi.  Bu zindan karanlığı, bu aşağılık mevsimler, desensiz soğuk kaldırımlar ve sonu ateş olan bir sürü yol içine bırakılmışız. Ödevdir bu, bir yönüyle. Ayakta kalmamız gerekir. Gülerek, ağlayarak, küfrederek, dua ederek, dolaşarak, durarak, kazanarak, kaybederek ya da herhangi bir şekilde. Yine de yıkılacak gibi olursan, söyle tutmaya meyledeyim. Tutamamak beraber yıkılmaktır ya hani, tutunamamak nedir abi?


Bana verdiğin sözleri tutmasan bile bunu anlayabilecek kadar tanıyorum seni. Üstelik bir şeyi sırf söz verdiğin için yapıyorsan, bir yandan sözünü tutmamışsın da demektir. Hiçbir şey tamamen bizlerin hatası değil ki. İnsan ne de olsa daima biraz kabahatlidir, diyor Camus. İkisi de aynı yola çıkan inanma biçimleri. Şehri çok kez kuşatmış bir edayla Yabancı' okuyorum şimdi. Evet, yavaştan yabancılaştığımızı ve nesnelleştiğimizi anlıyorum çiçeklere. Gerçi baharın sonu veya ilki yok artık. İki ayrı uçta sıcak ve soğuk var. Buz ve ateşten başkasını midesi kaldırmıyor bu dünyanın. Abi, birer lanetle doğduk. Savrulacak kadar hafif değiliz, ki bu kapılarımızın daima sonuna kadar açık olmasına düşünsel yönden bir nedendir. Hayatıma biri girdi, diyorsun. Kapılarını neden kilitle-ye-medin? Kilitlediysen neden bu kadar kolay kırabildi-ler? Düzenimi sarstı, diyorsun. Bir düzen tutturabildiği yanılgısına mı düştün yoksa insanoğlunun? Yazdığın her kelime en az kalbin kadar sana ait. Her cümlen, yolunu kazıp duran iş makinaları. (TDK makine diyor ama ben ve Ali Lidar umursamıyoruz.) Bu konuda anlaşabilmeye yaklaştın farkında olmadan. Bugün yazdıklarımız yarın evrenin herhangi bir dengesine değecek diye korkarsak, nasıl bitiririz bu ödevi? Değişmişiz der, kurtuluruz. Bu da yaygın bir yanılgıdır gerçi. İnsanlar kimse için değişmemeyi erdem kabul ediyorlar. Oysa değişmek, hem Tanrı'ya hem de yarattığı herhangi bir şeye sevgiyi ya da verdiğin değeri gösterebilmenin en müthiş yolu değil mi? Gerçek erdem değişebilmektir bana sorarsan ve erdemin zor filizlendiği bir çağdayız, belki de sonuz. Neyse, bana sorma. Pragmatizm önderi değilim ama bencilimdir biraz, sevmem zamanı. Oysa Tanrı, zamanın akışına bırakmıştır en büyük nedenini. Bize de bu akıntıya kapılmak düşer. Kürek çekmek boş.

 

Bugünlerde bana çok şey anlatmak isteyip anlatamayan bir tek sen değilsin. Oysa dinlemek isterdim ne varsa. Boşluk mu? Yüreğin şehre yeni gelen bir sinema gibidir senin, doludur ağzına kadar. Düşünce sadece teşhis abi, tedavi eden eylem. Kalkıp bir şeyler yap demek istiyorum sana. Ne bileyim, mesela bir çınar ağacı dik ya da bir incir ağacını kes. Bu hastalığın tedavisi, bu sır nedir abi? İnsan bu dünyada salt mutluluğa ulaşabilir mi ki? Başından sonuna bedel ödeme meşgalesi; önce kendimize ve sonra diğerlerine karşı tertemiz bir vicdanla olabilmenin/ölebilmenin bedeli. Şimdi sana, tek yönlü bilet hüzünlerinin bana verdiği yetkiye dayanarak söylüyorum, bunların böyle olmasını hiçbirimiz istemedik.


Sevgili Ağabey,
Halimize gülmekten kalbim ağrıyor.

Kardeşin

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP II


Sevgili Jöntürk,

Mutlaka görmüş ya da duymuşsundur. Mahkeme salonlarında, hakimler sanıklardan daha yüksek bir yerde dururlar. Onlara bazen tehditkâr, çoğunlukla ezici gözlerle bakarlar. Yargılayan daima yüksekte, yargılanan çoğunlukla alçaktadır. Şimdi lütfen bana söyle, bana yüksek bir perdeden seslendiğini itiraf etmişken ve istisnasız her cümlen beylik hissiyatlarını yansıtıyorken, nasıl kızmamamı beklersin? Kalbin ile beynin arasına koyduğun o paralel aynalar beni yansıtmıyor mu? Yoksa bu refleksif tavırlarının başka bir açıklaması mı var? Senin kendi zehrini üreten bir yazar ve işini iyi yapan bir duvar ustası olman, başkalarının da öyle olması gerektiği anlamına gelmiyor ki. Ve özür dilerim, selamı unuttuğum için. Kızacaksan bunun için kız. Bu mantıklı bir neden. Sözüm olsun, sana bir daha hoşça kal demeyeceğim. Veya ölüsevici. Bunlar için de ayrı ve diğerinden daha büyük bir özür dilerim. Sen de lütfen, boş kalan sanık koltuğuna beni oturtmaya çalışma. 

Olmak ya da olmamak. To be or not to be. (Siktir et Sheakspeare'i Hazar, Kuzey Afrika edebiyatına yönel!) Bence de bütün mesele bu. Seçimlerle belirlenen kaderlerimizin, en temel seçimi. Her an olmayı seçiyoruz. Olduktan sonra, başka bir olmak seçimi. Sen jöntürk olmayı seçmişsin örneğin. Ben kısır döngüde olmayı seçtim. Yok yok, seçmedim. Başka seçimler beni oraya götürdü. Fakat anlamadığın veya anlamamak için özel bir çaba sarf ettiğin nokta, kısır döngülerimin ve korkularımın tamamen uzay-zamansal anlamda olduğu. Bunu lütfen başka bir yere çekme. Ve sen ise benim değerli ağabeyim; bu döngüden kurtulmak, elimi verdiğim geçmişten kolumu kurtarmak için açıkça ve alenen yardım istediğim tek insansın. Gel, önce şu meseleyi halledelim. Sonra şiirimi veya beni, istediğin ameliyata sok. Ama şu an ikimize neşter dahi gösterme. Şimdi kesersen korkarım ki kanı durduramazsın. Böyle yaralar dikiş tutmaz. Ağabey, Antik Yunan ayemeften aldığı borçları ödeyemediği için boğazına kadar boka batmakla meşgul. Filozoflar kravatları taktılar ve birkaç milyar dolar arıyorlar. Türk Boylarının Anadolu'ya göçtükten sonra iki yakası bir araya gelmedi. Artık özür dileyerek keseceğimiz ağaçları, önce dikmemiz gerekiyor. Eski Babil ise eskisi gibi değil. Gelecek, yirmi birinci yüzyıl için koca bir muamma. Yarın üçüncü cihan harbi çıkabilir desem, sen dahil bana itiraz edebilecek hiç kimse yok. Yani şairler artık geleceği söylemiyor, sona geldiğimizi olabildiğince yumuşatarak anlatmaya çalışıyorlar. Ara sıra iki binlere de bir uğra. Bazen bana şakayla karışık anlattığın "karanlık olma" meselesinin gerçek olduğunu düşünüyorum biliyor musun? Bu kafalar kolay erişilecek kafalar değil. Evet! Ne demek istediğini anlamamışım değil mi? Olsun, sen de seni anlamayan beni kardeşin olarak bil. Benim sana almadığım ve asla almayacağım gibi sen de bana ofansif ya da defansif bir tavır alma. Orta sahadayım. Top çevirelim şimdilik. Sakatlıklarımı beraber iyileştirdikten sonra, atağa da beraber çıkalım. Çünkü bazı goller atmamız gerek, biliyorsun.

İnsanın anayurdu çocukluğudur, demiş Borges. (Siktir et Borges'i Hazar, Sibirya edebiyatına yönel!) Sana memleketimden bahsetmediğim için mi bana dehşet verici cümleler yazmak istiyorsun yoksa? Taşını toprağını soruyorsan gel kendin gör. Oysa ki defalarca bahsettim. Ben çocukken... diye başlayan onlarca cümle kurdum sana. Unuttun mu? Seyrettiğin martılara benden selam söyle ağabeyim. Aşık olduysan en çok onlar sevinmeli. Ruhun ritim olduğu konusunda sana katılmıyorum maalesef. Mistik olarak ruh, daha az mistik olan bilinç değil midir? Ben bunlar kadar ritimsiz şeyler görmedim hayatımda. Ritimsizlik ritmi ise ancak eşyanın ruhunda görülüyor. Ama kuşların ritimle uçtuklarına dair yemin edebilirim. Sahi, sen neyin ruhundan bahsediyorsun? Galiba oradaki duvarı yüksek ördün. Ve otoporte... Odamın duvarları, beyaz olmak istememiş ama kremrengi olmaya da gücü yetmemiş rengidir. Bu bir otoportre olarak bu mektup için yeterli. Şiiri, kalbi filan karıştırmayalım şimdi. Bir alışkanlık örneğim olarak, sarma tütünü geri çevirmek.

Mektubun yağmur sonrası rüzgarları gibi esti içime ağabey, sağ ol. Ben de sana selam ederim. Senden ricam, mektupları (eğer yazacaksan) daha açık ve kısa tutman. Oğuz Atay ile aramdaki ilişkiyi biliyorsun. Çoğu şey ile aramdaki ilişkiyi biliyorsun gerçi. Senin için kullandığım maskemi paketinden yeni çıkartmıştım ve ilk sen gördün. Sana söz ağabeyim; iki kere, on altı kere, yirmi iki kere, otuz bir buçuk kere, otüz dört kere, yüz üç kere söz. 

Senin kadar mutlu oldu.
Kardeşin

BİR JÖNTÜRK'E AÇIK MEKTUP I


Sevgili Jöntürk,

Aslında sana yazdıklarım bunlar değildi. Az önce, bir şeyler yazabilmek için çırpındığım günlere ait birkaç satıra denk geldim. Unutulup bir kenara atılmış eski defterlerimden birisinin arka taraflarında duruyorlardı öylece. Acemi bir günlük satırlarına benziyordu okuduklarım, güldüm biraz. Ama komik geldiği için değil, aksine çok ciddiymişim o vakitler. Yazdığıma göre beş gündür odamın dışına adım atmıyormuşum bunları yazabilmek için. Gerçekten atmamıştım. O zamanlar yazarak her şeyin içinden sıyrılabilirim diye düşünüyordum çünkü. Gerçi, şimdilerde bile buna inanmaktan kendimi alamıyorum. Birde çok sıkılıyormuşum. Sıkılmadığım zamanlarda uyanık değilmişim, uyuduğum zamanlarda bile sıkılmayı başararak bu konuda kendimi aşmışım hatta. Anlayacağın bu dünyadan bir şeyler beklemeyi bırakıp, ufacık bir odanın içinde kendi dünyasını inşa etmeye çalışan bir çocukmuşum eskiden.

Bu mektubu defalarca yazıp sildim. Günlerdir masanın başındayım. Sana ne anlatsam bilmiyorum. Ne desem de, diyemediklerimi demeden anlayabilsen bilmiyorum. Bana hikayemi okumak istediğini söyledin. Şimdiye kadar hiç yazmadım. Yazabileceğim bir şey de yok. Bu hikaye, sadece çerçeveleri yapılıp gerisi bırakılmış bir yapboza benziyor. İnatla parçaları birleştirmemi ve bu yapbozu tamamlamamı istiyorsun. Ama çok fazla parça var. Her biri farklı renge bürünmüş, birbirinden habersiz, asla ve asla birbirlerine uymayan çok fazla parça... Umarım anlıyorsundur. Bunu okurken tütün sardığını ve birazdan yakacağını biliyorum. Oğuz Atay da sarma tütün içermiş zaten. Zarifoğlu da mavi lark içerdi ama bunun konumuzla bir alakası yok. Konumuz neydi? Olmak istediğim adama şartlar izin vermedi, olmak istemediğim adama da annem izin vermedi. Bir müddet arada kaldım, hiç olmamak istedim sonra. Ona da Allah izin vermedi. Evet, konumuz buydu. Günler geçtikçe yeni şeyler öğreniyorum. İnatla değişmeyen bu dünyaya, her gün biraz daha değişerek tepki veriyorum. Kendi dünyasını inşa etme uğraşındaki o çocuk da bu süreç içerisinde kaybolup gitti. Pişman olmadım hiç. Her şeyi, bu dünyadan kurtulup gideceğim gün içim rahat olsun diye yapıyorum.

Sen ise, kendini tanımadığı ve anlamadığı için diğer herkesi kendisini anlamamakla suçlayan o insanlardan farklısın. Nereden geldiğinden, nereye gittiğinden ve ne yapmak istediğinden haberin var. Çayına kaç şeker attığını bilmediğimden dolayı seni tanıdığımı söylemem saçma olur ama yüksek bir "tek şeker" potansiyeli taşıyorsun. Ne acı, ne tatlı. İçinde ne sahipsiz bir huzur ne de başka dünyaların kutuplarından gelen bir soğukluk var. Herkese kendine baktığın yükseklikten bakıyorsun. Bir şeyler yazdığın zaman okuyanla arana koyduğun o mesafeye samimiyetsizlik demek olanaksız. Sadece çok içli dışlı olmamak istiyorsun haklı olarak. Bunlar sadece benim hadsiz tahminlerim. Birbirimizi henüz tanımıyoruz. Vakit geldiğinde, birbirimizi tanıyacağız. Fakat ne var biliyor musun? Bizi sonsuza giden iki doğru olarak ele al. Seninle ya geçmişte bir yerlerde kesiştik, ya da gelecekte bir yerlerde kesişeceğiz. Zaten en fazla üç ihtimal yok mu? Doğrular sonsuza giderken; ya bir yerlerde kesişiyor, ya birbirlerinden hiç haberi olmuyor, ya da çakışıp aynı doğruya evriliyorlar. Ne kadar tuhaf. Kaderleri, insanlarınkine ne kadar benziyor. İnsanlar ki sonsuza gidiyorum sanıp bir noktada siliniyor. Ne kadar garip. Değil mi?

Evet jöntürk, şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Vakti gelince sana mavi lark ikram edeceğim. Sen bana sarma tütün ikram ettiğinde ise içemediğimi söyleyerek geri çevireceğim. Ama o gün, birbirimizi tanımış olduğumuz için buna darılmayacaksın. Buna alışmayacaksın ve bunu umursamayacaksın. Hoşça kal.

Back to top