bir hikâye ile giriş
ben ile muzaffer ve muzaffer ile sen
Hep çıkacak bir dışarı aradım.
Sevgili Ağabey,
Kalbimizde çakılı kalan bu misafir endişesi; pürüzlü, daima iki kaşın ortasında beliriyor, ardından bir yanımız ısrarla sabitliği reddediyor ve böylece soruyoruz: içeri ve dışarı neresidir? Yine de inat eder gibi, hep bir evvel oluyor, her şeyin bir evveli mevcut, ben ise bunları düşünmeden evvel, henüz yeni bir hikâyeyi karşılamaya hazır da değilken üstelik, Küplüce’den iniyorken, Muzaffer ile karşılaşmıştım. Meşhur siyah paltosuyla yine, yine sokağa kurşun gibi çöken yalnızlığın içinden ağır ağır tırmanıyordu. Çok sık konuşmazdık. Böyle karşılaşmalarımızda, yanıma gelene değin, küçük bir tiyatro oyunu oynuyor gibi görmezlikten gelir, aynı hizaya gelmeden de iki üç adım önce kafasını kaldırır ve hafifçe bir selam verirdi. Benim ya da onun ortadan kayboluşlarımızda, birkaç gün karşılaşmamışsak, ikimiz de yine bu durumun bir evveli vardır diye muhakkak, hafif ve sessiz selamımıza biraz hareket katardık. Onunla alışverişimiz bu kadardı. Oysa o gün, Muzaffer’de bambaşka bir hâl vardı. Adımlarındaki yavaşlık bu sefer kendi içinden gelmiyordu sanki, nasıl anlatmalı, hep bir rüzgârı kıskanmış gibiydi, rüzgâra dönüşmek istiyor gibi. Sürekli yürüdüğü yolu izleyen suratına tuhafça bir kıpırtı dadanmıştı. Kendi kendine mi konuşuyordu acaba? Birden tebessüm ettim. Muzaffer’e değil, yani Muzaffer’in Muzaffer olmasına değil, sadece ansızın, çocukken okuduğum güzel hikâyeleri hatırladım. Güzel hikayelerde hep rutin bozulur, her zamanki karakterler, her zamanki günlerden birinde, hayatın bambaşka olasılıklarından birine denk gelir ve ortaya güzel bir hikâye çıkardı. Bizler, hayatın, sadece ihtimalleri yok eden bir mekanizma olmadığını da hikâyelerden öğrenmiştik. Merhaba abi, dedi Muzaffer. Abi mi? Ben hep kendimden büyük sanıyordum onu. Üçüncü bir gözle bakılsa, sahiden de büyük olmalıydı benden. Gerçi o da benim yaşımı bilmiyordu, üstelemedim o yüzden; Merhaba Muzaffer, dedim. Üşümüyor musun abi, sonbahar geliyor, yine bir cansız sarıdır, yine bir eskiliktir geldi çöktü ağaçlara. Şaşırdım, çok şaşırdım fakat bunu derhâl gizlemem gerekiyordu, yanlış anlayabilirdi, sen şu üç basit cümleyi kuramayacak kadar aptalsın demiş olabilirdim bu denli şaşırarak. Yo hayır, diyebildim alelacele, üşümüyorum. Neden gülüyordun az önce? Yok gülmedim, aklıma bir şey geldi de sırıttım öyle. Ben üşüyorum abi, çok üşüyorum, içeri girmiştim biraz önce, kahveye yani, sıcacıktı, oradan da eve geçeyim dedim, içeri girer girmez bir sıcak, sağ olsun hanım yakmış sobayı sabahtan, ev de sıcacıktı, dışarı hep soğuk oluyor şimdilerde. Sen buralarda mı oturuyordun Muzaffer? Evet, en üstünde sokağın, önünde söğüt olan ev benim, gel buyur, içeride çay içeriz abi, sıcacıktır hem. Nasip, dedim, şimdi işlerim var, nasipse sonra uğrarım. Dışarıda çok durma abi, o kadar soğuk ki, insan dışarıda kaldı mı üşütüyor. Sağ ol, dedim ve başımı hafifçe sallayarak bir an önce uzaklaşmak için hamle yapmak istedim. Şaşkınlığımı gizleyememekten korkuyordum. Şimdi ne olmuştu? Bir rutin çok açık bir şekilde bozuldu fakat ortaya bir hikâye çıkmadı. Muzaffer her günün evvelinde neler yaşıyordu ve bugün, her günün evvelinden daha farklı bir evvel yaşadığı belliydi, bu ne olabilirdi? Onu yalnızca bu sokakta yürürken, birkaç sefer de -adını orada öğrendiğim- kahvede otururken görmüştüm, bunu nereden bilebilirdim ki? İki hafta sonra, Küplüce’ye döndüğümde, çokça evvelini merak ettiğimden ve biraz da o gün sokakta göremediğimden Muzaffer’in evine gitmek istedim. Sokağın en üstünde, zaten birkaç ev bulunan bir düzlükte onun önünde söğüt olan evi kolayca seçiliyordu. Kapıyı çaldım, eşi olduğunu tahmin ettiğim bir kadın açtı. Merhaba yenge, Muzaffer’e bakmıştım, dedim. Evde yok, siz kimsiniz? Bir arkad…tanıdığıyım. Muzaffer iki hafta önce gitti, dedi, iki haftadır gelmedi. Nereye? Söylemedi onu. Sık sık gidiyor mu böyle uzun süre gelmeden? Gider gitmesine ama hiç on günü geçirmedi, işi uzadı herhalde. Giderken hiçbir şey söylemedi mi yani? Dışarı çıkıyorum, dediydi sadece, hep çıkacak bir dışarı aramış.
birinci dışarı
diğer ihtimale inanmak
Dedem derdi ki; içimde dışarıya çıkmak isteyen bir şey var, ben onu yaşamaya çalışıyorum yalnızca, neden böylesine güçtü bu? Sen bana bunu ilk söylediğinde, bir cevap aramak yerine, bunun bir soru olup olmadığını düşündüm. Evet, cevapların sorular doğurduğu zamanlar; biraz gülünç, biraz acınası fakat yine de kendine has bir üslupla sokakların içlerinden geçerken, sokakların içlerinde bize ne bırakılmış diye dolaşıp duran köpekler gibi, durmaksızın, yorulmaksızın aradığımız bir cevap vardı. Işığı merak ederdi misâl, asfalta düşen sokak lambasının sarılığından ince bir haz duyardı hep, ışık olsam ya, aynanın karşısından geçerken ne şekilde görürdüm kendimi? Bir cevap aramayıp yine, bu bir soru mu acaba diye düşünmüştüm günlerce. Cevapların sorular doğurduğu zamanlar. Dost, işte yeniden, bir karanlığın tasviri olmak ve aydınlığın yitik olduğuna inanmak için bir sebep: ya dedenin cümlesi bir soru değil ise? Ansıyorum, benim de içimin coşkuyla dolu olduğu günler vardı. Pastoral yeşiller vardı ve epik kırmızılar, pür beyazlar. Dar aralıklar, tanıdık yüzler, ahşap kapılar vardı. Fakat hiçbiri istemedi çıkmayı, hep çıkacak bir dışarı arayan bendim. Sonra dumanın havaya dağılması gibi yoğunluğunu kaybetti. Bu cümle bir soru değil ise eğer, hepsi bir gün geri gelecek ve zorlayacak demektir. İlkin anlayacağız ki kaybolanları hep dışarıda aramak bir hataymış. Sonra, yaşamak için onlardan başka yaslanacak duvarlarımız kalmamış meğer, diyeceğiz. Yaşamak, hep güç bir eylem, neden şimdi daha da güçleşti, evet soracağız, üstelik sonuna geliyorken bu ödevin. Bütün bunlar olduktan sonra ise, yıllarca kendi zihnimizin duvarlarındaki sebepsiz depremlere çıldırmak için aslında hiçbir nedenimizin olmadığını anlayacağız. Ben ise, bütün olan bitenden sonra hâlâ bir ben kalacaksa eğer, diğer ihtimale inanmak istiyorum. Zaten inanmanın sadece istemek olduğunu söylüyorduk hep. En azından, ellerimde tek bir neden kalabilmesi için, bu cümlenin bir soru olmasını istemek. O zaman, içinde dışarıya çıkmak isteyen her şey koca bir yanılgı diyebileceğiz soruyu sorana. Bir yanılgıyı ise başka yanılgılarla birleştirmeden yaşayamazsın, bu yüzden bu kadar güçtür bu. Çünkü birden fazla gerçek varsa bile, onlara yüklediğimiz anlamlarla yanılgılara çevirebiliyoruz. Şimdi sen, kalk diyorsun bana, kalk ve ismimizin olmadığı zamanlara gidelim. Cevapların sorular doğurduğu zamanlar, dost, ya her şeyin ismi de koca bir yanılgıysa? Bu ne kadar şaşırtıcı olabilir ki? Elmanın isminin elma olmadığını öğrenmek, elmanın tadının aslında acı olduğunu öğrenmekten çok daha az şaşırtmayacak mı bizi? Öyleyse gidelim, hiçbir ismi bilmediğimiz zamanlara gidelim, hiçbir ismi bizim koymadığımız ve hiçbir şeye anlam yüklemediğimiz zamanlara. Evet, yine de bir sonumuzun olmasını dileyeceğim -ben deli değilim sadece zamansızım dediği gibi sahnedeki adamın-, her güzel şeyin muhakkak bir sonu olduğundan, elbette. Böylece, bir zamanlar bir derviş, diye başlayan cümlelerde kendimiz olabiliriz, dost, iki güzel isim.
ikinci dışarı
bu oyunlardan usandım, dedi bilge
Ağabey,
Hissediyorum, yeniden doğan güneş ve onunla beraber uyanan mevsim ve sokakta üzeri gazete kağıtlarıyla dün gece, ağız dolusu gülmesinden arta kalan ne varsa insanların, belki de deniz siyahtan yeşile dönüyor artık diye, zihnimde sızıdıklarını hissediyorum. Sızımak ve tutsanmak, bu iki kelime, çünkü zamanlar vardır ve haklıydın, bazı bazı şeyleri anlatırken kullandığım kelimeler bu zamanları hissetsin isterdim, bir sızıyı hissetmeye benzesin. Fakat beni hangi zamana götüreceğini bilmediğim kelimeler var. Dün mü ve belki bugün hatta, veya yarın, her neyse, bunları birbirinden ayırmaya gücüm kalmadı artık. Eskiden, biliyorsun dost, eskiden zaman diyordum, ne tuhaf şey, ne karmaşık, çözemiyorum, çözülemiyor. Belki bu telâşeden yorulduğumdan belki de iyileşmeden eskimek*, bir zamansızım artık -ben deli değilim sadece zamansızım dediği gibi sahnedeki adamın, suratı kanlar içinde gelip-. Sızımak ve tutsanmak. Sızlayan şey ve tutsak edilmek. Bu iki kelime bizi hangi zamana götürmeli? Bizler, işte yeniden kendini birkaç mektuba hapsedenler, hep sızımadık mı ve hep tutsanmadık mı yani? Bir parçacık bile boşluk göremediğimizden, yani boşlukları dolduran hep öncekiyle sonraki doluluklar olduğu için, çıldırıp da aylarca kafalarımızı vurmadık mı duvarlara? Yoksa korkmadık mı bizi ehlileştirmelerinden, sen ve ben yani, abi ve kardeş, mektuplarımızın satır aralarında pürüzlü cümleler unutuvermekten çekinmedik mi? Bana yaşanmamışlığın ne olduğunu öğreten sensin. Yaşanmayan her şeyin korku doğuracağını da sen öğrettin. Şimdi bana, hayat çoğalıyorken azalmamayı öğret. Bir cesedin en canlı hissini tanımla. Mağlup bir komutan ol sözgelimi ve yıkılmış bir şehrin ortasında dikilip hezeyanları göğüslemeyi anlat, istemediğin ve inanmadığın bir savaşın ardından. Bunlardan sonra belki, daima denilen şey, yani daima sızıdığımız ve tutsandığımız, bir zamanı hissettirebilir ya da hissettirmese de, bizlerin zamanı daimadır deriz, *sevgili dost, iyileşmeden eskiyoruz, görmüyor musun?
üçüncü dışarı
bir türlü gelmek bilmeyen kış
Bir bekleyiş içindeydim. Bir bekleyiş içinde olmanın gerekliliklerinin farkında olarak üstelik. Saçımı ve sakalımı birbirine karıştırıp önce, sonra her gün aynı yolları arşınlamanın yoksul heyecanıyla, kimi zaman bir bekleyişe ihanet olur diye kıyafetlerimi bile değiştirmeden, bıraktığın gibi yani sarsak ve pasaklı, başka bir insan sanılabilirdim çünkü ve başka bir insanla aynı bekleyişlere sahip olamayacaktım, yine de engel olamadıklarım da vardı tabi, her gün parça parça benden ayrılan bir ruhun peşinden koşmak mesela, olur olmadık yerlerde saatlerce kusmamak için bedenimle onun bulantılarına ayak uydurmak, bekleyişime darbeler inmesin diye başka birine dönüşmemek isteğine rağmen ve her gün aynı yollarda yürüyorken, aynı bez parçalarını yükleniyorken ve aynı yerinden kaşıyorken sakalımı, buna bir antitez olarak sürekli değişen ruh hallerinden midem bulanıyor artık. Üstelik kış da gelmek bilmiyor bir türlü ve bunaltan bir sıcak, haklısın. Adana yıllarında beni aramıştın bir gün, n’apıyorsun demiştin, güneşsiz odamda yağmuru dinliyordum öylece, döndüğüm yerleri düşünüyordum. O zamanlar senin Beşiktaş’taki evin de güneş almıyordu, eksi ikinci kat dedikleri bir mahzendi. Bunu konuştuk ve en azından ışık alıyor senin odan diye çıkışmıştın. Işık almak, biliyor musun o konuşmadan sonra hep bunu bir şiirde kullanmak istedim. Henüz bir şair olamadığımdan belki, belki de şiirler ışık almamalı mı acaba diyerek bir şüpheyi içselleştirdiğimden fırsat olmadı. Antep yıllarında ise bunca kavramların farkında bile değildim. Sen de ortalarda yoktun ve Acis de yoktu üstelik. Oradaki odam sonsuz bir bozkıra bakıyordu. Gözümle takip ediyordum onu, bir gün görebilirim bir sonu varsa diye. Yoktu işte, ufuktan sonra gökyüzüne çıkıyordu sanki bozkır, bir gökyüzü bozkırı oluyordu da sanki, kimseler ulaşamadığından ufuğa, bizler habersizdik bundan. Sonra, ayaklarım gitmiyorsa zihnim gider diye düşünerek başlıyordum yürümeye. Attığım her adım, bir adımlık mesafe daha ekliyordu ona ve bu yüzden hep o bozkırda sonsuzluk vardı. Pes edip, kendimi kalakaldığım yere gömüyordum, geriye doğru adımlamaya hâlim mi vardı sanki, gömüyordum ve sonrasını hatırlamadım hiç. Her uyanışımda penceresi sonsuz bir bozkıra bakan odamda oluyordum ve dayanamayıp yine geçiyordum o pencerenin karşısına. Belki de Acis’i ilk o bozkırda düşledim. O bozkırın ortasında birkaç dilek çaputu bağlanmış bir ağaç olarak, ya da arada bir uğrayan yağmur bulutları olarak düşledim. O bozkırın kendine has yalnızlığından doğan sarı olarak düşledim belki de. Acis’i ilk gördüğümde ise, Bursa yıllarında yani, karmakarışık bir kitapçının içerisinde öylece dolaşırken, üzerinden yıllar geçmesine rağmen, alnında o bozkıra rastladım. Ben hayatımda bir kez aşık olacağım, dedim ona, gölgesizler hayatında bir kere aşık olur, o sen misin? Tam da düşlediğim gibi bir ağaçtı o, kimseye anlatamadığım dileklerin çaputları bağlanmıştı üstüne, korkmuştu ve ıssız bir adanın ortasından kurtulup da kendini bu ışıltılı dükkana atıvermiş gibiydi. Korkularımı yenmemi bekler misin, diye sorunca bana, neden bilmiyorum, ben de bir mavi kuş haline geliverdim, öylece işte. Ürkekçe kanatlarımı çırparak, beklerim, yani herhalde dedim ve metroya yürüdüm. Metrodan indiğimde beni bir bozkır karşılamıştı, gökyüzünden yeni inmiş bir bozkır, üstelik omuzlarımın tam üstüne, öylece dayanamadım, bekleyemem dedim. Sen bekleyemezsen eğer ben de korkamam dedi, evet ben oyum, daha da sileceğim gölgeni yeryüzünden. Sonra İstanbul yılları ve kış gelmiyor bir türlü, odamı kavuran bir güneşe de sahibim üstelik. Yıllar önce yaptığım hayali yürüyüşlerle bu sefer Ortaköy’e uğruyorum. Sen evde yoksun hâlâ. Halit ise, belki de bahsettiğin yavan kokulu kremlerden sürüyordur saçına odasında, ya da kapısının ardında bir metin çalışıyordur, ne yapsın, Halit de senin gibi bir Jöntürk ve iyi bir insan, saçları dökülmekte haksız mı yani? Anımsıyorum, aylar önce sana yazdığı bir mektupta da bahsetmişti dökülen saçlarından, ne de güzel sesi var ama değil mi, bir mektubu okurken onu bir şiire çeviriyor sesi, bir de şair kalmamam halinde bana bozulacağını söylemişti, saçları dökülmekte haksız mı yani? Sonra karşıya geçiyorum ve Acıbadem’den Kadıköy’e inerken, bir bekleyiş sona eriyor. Ne de ani! Bekleyişler hep aniden sona eriyor, tam da bu yüzden beklemek bir gölgesizi aynı kalmaya mecbur kılıyor, bir mektup buluyorsun kapında ve bitti diyorsun, öyle işte, birdenbire. Artık bir bekleyiş sahibi değilim. -Bakmayın bana öyle, ben deli değilim sadece zamansızım dediği gibi sahnedeki adamın, suratı kanlar içinde gelip- Artık ışık alıyorum, ne acınası.
Şimdi burada duralım ve bana izin ver, yaşamadığım bir zamana gitmek ve eylemlerin taklidini yapmak için. Unuttun mu, bana yaşanmamışlığın ne olduğunu öğreten sensin.
dördüncü dışarı
eşsiz bir korku doğurmak
Bir atın kırılınca ayağı, vururlar kafasından, artık koşamıyor diye. Ayakları kırılmış atlar ise önceki mektubun kenarlarına acemice çizdiğim bir resimdir, karın neden yağıyor olması gibi ustaca değil yani. Bunu bilahare konuşuruz. Bana sahiden de bir eylemsizlik mektubu yazmışsın. Bizlerin elinde olsa zaten, yeni yeni cephelerle uzatırdık bu savaşı, ne yazık, hiçbir şey bizlerin elinde değil oysa. Mektubunu okudum ve hatta kendimi senin yerine koymak için çabaladım bazı bazı, sonra Poetika’da bizlerden, karakterlerin değil eylemlerin taklidini yapmamız istendiğini anımsadım. Öyleyse yarım ışıtılmış bir oda bulup yarımca bir şarkı açtım ve sigaranın da yarısına geldiğimde işte şimdi vaktidir diyip mahşer meydanından bozma bir masanın başına oturdum ve düşündüm, Alina nedir, yağmur yağarken geliyorsa aklına ve kış da sonunda gelebilmişse yani, üstelik bunca hisleri eyleme çeviriyorsa, Alina ne olmalıdır? Birçok şey olabilir, haklısın, yine de burada bir çıkmaz var: bir yalanı yaşıyor olmamız. İskeleye inerken kulaklığımdan Erkan Oğur söylüyordu: Ne sahibim bu yerde / Ne kiracı / Sadece bir ömürlük misafirim ben. Ne yani, gerçekten farkında değil miyiz bunun? Binbir rengin karmaşası içinde yüreğimiz, uzlaşmadan da olsa bir yanından tutarak dünyanın yaşayıp gidiyorken, aşık oluyorken ve şiir yazıyorken, sonra mektuplar yazıyorken dostlara, yakasında kendi karanfilini taşıyan adamlar olmaya uğraşıyorken bir yandan, tüm bu olup bitenin kocaman bir palavra olduğunu bilmiyor muyduk? Öyleyse evet, bir yalanı yaşıyoruz, kimi zaman bir günahı da yaşıyoruz hatta. O kadar çok inanarak yaşıyoruz ki her şeyi bildiğimiz hâlde. O zaman Alina nedir? Bir hayal olmalı, bir amaçtan bozma. Sana seni hatırlatacak bir şey varsa, o, bu mektup olmamalı dost, Alina’ya tutunmak olmalı öyleyse.
Seni susmaya ve baskılanmaya iten, sende sızıyan ve sende tutsanmış olmalı. Daima yani işte, kurtulamayacaksın ki bundan. Yenilmek için diyorsun bana hep, öyleyse yaşadıklarını göğüslemek ve kendi başına getirdiklerinle başbaşa bir yaşamak telaşesine düştüğün vakit mahzun olmamalısın. Son eylemsizlik mektubunu okuduğumdan beri aklıma, bir insanın ne zaman hayatı (her şeyiyle) olduğu gibi algıladığı sorusu geliyor. Ne zaman algılarımızı çarpıtmaktan vazgeçip de çıldırmayı kabulleniriz? En başta doğarken diyorum, yani bu çıkmazla tanışmamıza denk düşüyor ilk çıldırmak. Başka bir ihtimal yok çünkü o an, sahip olduğumuz tek algıyı, yani yabancısı olduğumuz kirli havayı içimize ilk çekince ciğerlerimiz yanıyor ve ağlıyoruz, başka bir algımız yok ve bunu çarpıtacak bir yaşanmışlık da yok üstelik. Bu yüzden en başta doğarken çıldırmayı kabulleniyoruz. Bir de ölmesi var bunun, ikinci çıldırmak. Ölürken de çıldırmakla kaybedilecek bir şey olmadığından herhalde, ya da yıllarca bir yalana gerçek maskeleri takıp yaşanıldıktan sonra gerçekle yüz yüze geldiğimizden olmalı, ölürken de kabulleniyoruzdur çıldırmayı. Sen ise ‘’edebiyatı kabullenmek’’ diyorsun, edebiyat nedir, edebiyatı kabullendikten sonra algılar çok daha fazla çarpıtılıyor, çünkü mevsimleri herkesten farklı görüyorsun ve insanların mevsimlerini ya da kendi kendine yaşamı titretmeden sakince yürümeyi bir sokakta ve böylece aslında çıldırmaktan uzaklaşıyoruz olabildiğince. Öyleyse edebiyatı kabullenmek, bir bakıma, maskelenmemiş bir hayatı reddetmek anlamına geliyor ve doğal olarak gösteri benliğinden uzaklaştırıyor bizleri. Bunda telaş edilecek bir şey olmamalı o zaman, geçelim.
Olanlar ve bitenler var, mektubunun en güzel cümlesiydi bu. Olanlar ve bitenler var, daha sonra seni tanımayan bir şehir var, haritanın neresine düşer bilmediğim, hem siyasi hem zihin haritanın. Beşiktaş iskelesinde, günlerce altında uyuduğun bir üst geçit var, ölümü hissetmeden. Üşüyordun belki de, ya da açtın, ölümü hissetmedin ama. Öyle bir yerdi ki orası, ölümü hissettiğin an ölürdün çünkü, biliyorum, gördüm. Her şey kendi olağanlığıyla gidiyordu ve bana da bu olağanlığın yansıttıklarıyla anlatmıştın olan biteni, fakat yine de çaresizdin. Belki de doğru söylüyorsun, kendini kurtamalı ve uzaklara atmalısın, hiçbir şeyden kaçamıyor da olsan Kavafis haklı, o şehir arkandan gelecek daima, o şehir köşelerde sessizce ağlayan bir anne çünkü.
Bir oyun izlemekteydim, pek de güzel diyemeyeceğim bir oyun, sıkılıyordum esasen. Oyun biterken, son sahnede yani, kısa boylu ve düzgün traşlı başrol, başından beri giydiği tuhaf kıyafetlerle sahneye daldı. Suratı kanlar içindeydi. Biraz soluklandı ve etrafında kendisini dikkatlice izleyen topluluğa döndü: Bakmayın bana öyle, ben deli değilim, sadece zamansızım, diye haykırdı ve ağlayarak geri çekildi. Ben bu adamı bir yerden tanıyorum, dedim kendi kendime, fakat neredeyse iki saattir onu izliyordum ve böyle bir fikir oluşmamıştı zihnimde, ben bu adama bir yerlerde rastladım. Tüm seyirciler, içerisine sıkış tepiş oturdukları devasa salonu terk ederken ben oturduğum koltuğa çakılı kalmıştım. Kim bu adam, eminim, bir yerde gördüm. Salon tamamen boşalınca kalktım mecburen ve Acıbadem’den Kadıköy’e inmeye başladım. Cevapsız ve uzun bir yürüyüşle kapıma geldiğimde, ince ve beyaz bir zarf gördüm, özensizce sıkıştırılmıştı, üzerinde eylemsizlik mektupları yazıyordu ve gönderenin adı zarfın üst köşesine küçük haflerle iliştirilmişti: suratı kanlar içinde gelip, bakmayın bana öyle, ben deli değilim, sadece zamansızım diye bağıran adam.
çıkış
Evet, şimdilik böyle işte. Bana soracak olursan, yine de dün gece biraz uyumuş olmayı dilerdim. Yeniden yitirilmiş bir günün sonunda, zihnimin tüm dağınıklığından kaçırıp göğsüme sakladığım üç beş kelimeyle, sana tüm bu olan biteni yazmaktan başka çare bilmiyorum. Gitmeyi unuttuğumdan beri adımlarım daha hızlı, koşuyor gibi yürümeye başladım, yetişmeye çalıştığım bir şey de yok sahi, o zaman kaçıyorum, nicedir asılmış her yüzden bir parça taşıyor yüzüm ve sonra özlemeyi de unuttum, varsa gidecek bir yer işte bu durduğumdur, sahiden kaç kez daha ağlamalı yaşam beni, evet abi, zihnimde yasaklanmışlar ve gözlerimde ince bir yanma, koşuyor gibi yürüyorum anlayacağın, zihnimi ele geçiren bu curcuna nedir, tüm düşünülmemesi gerekenler iç içe, gözlerimin sahibi kim ve bilmiyorum neden gelmiyor bir türlü kış. Günün sonunda yani abi, günün sonunda olanca yitirilmişliğimle işte, koşuyorum gibi.
Yine de bu gece biraz uyuyabilecek olmayı diliyorum. Oysa bu biraz da, bütün olan biteni sana yazmaktan başka bir çare bilmiyor olmamla alâkalı.
Belki de bir gün bana İsrafil olmayı anlatabilirsin, ben de sana, kıyamet sabahında bir ayçiçeği olmayı.
Sevgilerimle ağabey, olanca sevgilerimle.