Deveye Diken Olmamak


Ömrünün neredeyse tamamını hem pratik hem de akademik anlamda Batı medeniyetiyle hemhâl olarak geçiren Almanca hocam, bir gün tahsilimin psikoloji olduğunu söylemem üzerine bana: ‘’Bu Anadolu coğrafyasında yaşayan insanların doğasını tek bir düstur şekillendiriyor Hazar Bey, o da develere dikenin yaramasıdır.’’ demişti. Elbette bu cümlenin insanlara da neyin yaradığını açıkça belirten bir devamı var ama buraya getirmek uygun olmadığından getirmiyorum, bilenler biliyordur. Böylece birkaç ders arasına mâl olan bir tartışmanın fitilini alevleyen hocama, nihayetinde bunun oldukça indirgeyici ve haksız bir çıkarım olduğunu söyleyerek konuyu kapatmıştım. Tabii ki kimisi için de tam gediğine oturan bu vecize, bütün bir kültürün hamurunu yoğuran tek kuvvet olarak lanse edildiğinde ister istemez bir yerleri tırmalıyor lâkin bugün geldiğimiz yere bakınca, bütün bir psikoloji ve felsefe külliyatını bir kenara bırakıp yanlış olduğunu bile bile ‘’haklıymışsınız hocam’’ demek içimden geçmiyor desem yalan olur. Bundan tam yüz yıl önce var olma sınavını başarıyla veren bir toplumun, ondan sonraki bütün sınavlarında teker teker çuvalladığını teşhis etmek elbette bu toplumun (yaşadığı toprakları samimiyetle seven) bütün fertleri için basit bir durum tespitinden öte oldukça acı verici bir özeleştiri olmalıdır. Ama neye yarıyor ki? Nerede yanlış yapıldığının zaten farkında değil miyiz? Bu yanlışları düzeltmek için nelerin yapılması gerektiğini de adım adım, saniye saniye biliyoruz. Öyleyse bizi durduran nedir?

Talebe kelimesi talep etmekten gelir. Bilginin yalnızca onu talep edene verildiğini belirtmek için sık sık tekrarlanan etimolojik bir öyküdür bu. Nitekim bizler hasta bir toplumun içinde yaşıyoruz. Hasta derken öyle münferit yaşanan mental rahatsızlıkların toplamında oluşan hasta bir toplumu ifade etmiyorum, toplumumuzun kendisi maalesef bir toplum olarak hasta. Çekinmeyelim, adını da söyleyelim, günü kurtarma hastalığı. Fakat en kötüsü bu da değil, en kötüsü tedaviyi talep etmeyen bir toplumdan bahsediyor olmamız. Dolayısıyla tedavinin ne olduğunu bilmek, daha önce bu tedaviyi kendine uygulayan milletlerin nasıl da müreffeh bir vaziyette varlıklarını sürdürdüklerini anlatmak, kimi zaman haklı olarak çileden çıkıp öyle kuruya böyle pilav mantığıyla sizin demokrasinizden çıksa çıksa böyle devlet çıkar demek hiçbir işe yaramıyor ve yaramayacak. Bunu biliyorum. Zaten onlarca yıldır yapılan bu değil miydi? İnsanları tek tek karşımıza alıp zihninizi eğitin, düşünmeyi öğrenin ve şüphe edin mi diyeceğiz peki? Havanda su dövmüş oluruz ancak. Zaten hiç kimse acıyla eğitilmiş bir zihinle yaşamına devam etmek zorunda da değildir. İşte deveye diken meselesine de burada rastlıyoruz; madem bizden önceki kuşaklar bu hastalığın önüne en baştan geçemedi, bunu kolektif olarak başaracak iradeyi devreye sokamadılar,  öyleyse bizlere düşen ödev bu hasta toplumun öksürüp öksürüp kan tükürdüğü her vakitte o tükürüğü alıp tekrar kendi suratına çarpmaktır. Deveyi yediği dikenin kendisine zarar verdiğine ikna edene dek yapılacak başka her şey vakit kaybıdır. 

Görüyorsunuz ki daha son yediği dikenin kanını bile tüküremeden develer bir suçlu aramaya başladı. Elbette en büyük suçlu, en asil görevi develeri dikenlerden uzak tutmaktan sorumlu olan devletti. Fakat devlet neydi? Hep en sonunda kendi göz yummalarımıza tosladığımız soyut bir duvardı. Kimileri (haksızlar denilemez) bunun üzerinde ısrarla durmaya devam ederken kimileri de bu duvara hiç toslamamak için yıkılmış kentler içinde yağmacı avına çıktı. Birileri avlarında başarılı olup insanlık onurunu bir kenara bırakarak muamele edince onlara, birileri de bu muameleyi izleyip salyalarını akıtarak adeta orgazm oldular. Nihayetinde yağmacıların varlığını da onların hastalığına borçlu olduğunu kabul edecek halleri yoktu. -Mal mülk yağmacılarından da kötüsü, geçmişteki günahlarını çıkarmak için böylesine bir felaketi vesile olarak gören manevi yağmacılar türedi, ama nihayetinde onlar tanrı katından gelen meleklerdi ve aşılamaz bir iyi niyet zırhları vardı, herkesi kendileri gibi görünenin arkasına bakamama acizliğinden muzdarip sandıkları için aşağılık ruhları açığa çıkmaz sandılar, fakat onlar bir başka günün konusu.- Kimileri kırk yıl düşünsem anlam veremeyeceğim bir şekilde hiç de vazifesi olmamasına rağmen kendilerine yardıma koşanları suçladılar. Nihayetinde herkes, kendisini bu suçun dışına itmeyi bir şekilde başardı. Oysa bütün olup bitenler görünen suçlulardan da öte onlara bu fırsatı verenlerin suçuydu. Bana dokunmayan bin yaşasıncıların, orta yolcuların, her gün meydanlara çıkıp bağıra çağıra sizler hastasınız denmesi gereken günü kurtaralımcıların suçuydu. Her şey olup bittikten sonra bir taraf seçmelerinin hiçbir kıymeti yoktu. Doğup büyüdüğüm, kimliğimin orta direği olan bu toprakların göz göre bu felaketi yaşaması; her şeyden önce dikenlerin yaradığı develerin suçuydu. 

Fakat kaç kez hayal kırıklığına uğrarsak uğrayalım, bundan sonrası bizim için bundan öncesi gibi olacak. Çalışacağız, okuyacağız, konuşacağız. Ne deve olacağız ne diken, ne de deveye diken. Hem kendi ruhumuzu hem de toprağımızın ruhunu bir kez daha yıkılmaktan böyle koruyacağız.

Ahlâk Ahlâk Dedikleri



''Çünkü en iyiler bütün şeyler arasında tek bir şeyi seçer:
Ölümlüler arasındaki ezeli ünü.
Çoğunluk ise bir sığır sürüsü gibi tıkınır.''

                                                -Herakleitos, 29. Fragman

 

Bir eylem neye göre iyi ya da kötüdür? Elbette doğaları gereği, ne şekilde vuku bulursa bulsun bir eylemin hem öznesi hem nesnesi konumundaki insanlar için, o eylemin kendisi iyi ya da kötü olmaktan ziyâde, iyi ya da kötü sonuçlar doğuran şeyler olmalıdır. Çünkü insan organizması (üstvarlık tartışmalarının etrafından dolaşacak olursak) diğer organizmaların aksine içinde yaşadığı topluma karşı kaçınılmaz olarak sorumlu ve duyarlıdır. Bir eylemin kendisine iyi ya da kötü demek, istisna olmadan uygarlığı oluşturan herkesin o eylem sonucunda  iyi veya kötü sonuçlar elde edeceğini öngörmektir. Evrensel ahlâk yasalarına da zemin yaratan bu durumun geçersizliğini metnin ilerisinde tartışacağım ama önce ahlâkın ne olduğuna dair bir varsayım yapmam gerekiyor. Ahlâk, belki okuyucuya yüzeysel bir psikanalitik tavırla açıklanmış gibi gelebilecek fakat insan tecrübelerinin çok açık bir biçimde gösterdiği, insanın kendisini meşrulaştırma potansiyelidir. İnsan, hiçbir zaman ‘’iyi bir eylem yapmak’’ için harekete geçmez, bu imkânsızdır, en özgeci gözüken durumda bile o eylemin doğuracağı iyi sonuçlara bir şekilde muhtaç olunduğu için aksiyon gösterir. Bu ihtiyaç, statü ihtiyacı tarzında bir kazan-kazan durumundan tutun, kendisini bir parçacık iyi hissetme ihtiyacı tarzında masumâne bir duruma kadar uzanabilir. Ama değişmez. Burada, Kant’ın vurguladığı ‘’iyi niyet’’ koşulunun varlığına dolaylı ya da doğrudan bir muhalefet yoktur. Yalnızca, iyi niyetin eylemin kendisinde değil, eylemin doğurduğu sonuçlarda ve eylemin öznesine hizmet ettiği ölçüde var olabileceğine dair bir inanç vardır. Tam da bu yüzden, tıpkı yalnızca ‘’iyi bir eylem gerçekleştirmek’’ için harekete geçmediği gibi insan, yalnızca ‘’kötü bir eylem gerçekleştirmek’’ için de harekete geçmez. Yine bu eylemlerin sonuçlarına bir şekilde ihtiyacı olabilir, fakat iyi eylemlerin doğurduğu sonuçların aksine, bu sonuçlarla ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra (yine doğası gereği) ödemesi gereken bir bedel vardır: Hayata devam etmek.  Elbette patolojik istisnalar dışında, doğuştan bencil olan insan, yaşamak için ruhsal bir homeostaziye mecbur olmasının gereği olarak ‘’ahlâk’’ ile de kuşanmıştır. Bunu romantik bir söylem olarak görenler, insan organizmasının bütün organizmalar gibi yaşamını sürdürmek için denge durumunda olma zorunluluğu kabul etseler de, bu durumun, ölümün farkında ve ondan emin olma durumuyla çelişerek psişe içinde yarattığı onulmaz çatışmaları göz ardı etmektedirler. Yani nasıl ki bir hayvan için bir diğer hayvanı öldürme eylemi kendi varlığının devamına hizmet ettiği sürece yüzde yüz meşrudur; insan için ahlâk tam da bu yüzden vardır, bu çatışmaların şiddetini bir nebze de olsa dindirme ihtiyacına ve bahsettiğim ruhsal homeostazinin varlığına hizmet eder. Dolayısıyla insana kodlanmış subjektif değerler ölçüsünde esnetilip dönüştürülebilir ve evrensel olamaz. Ve dolayısıyla, bir ihtiyacı görme amacına hizmet ettiğinden, ahlâklı bir birey olma durumunun kendisi bile tek başına ‘’iyi bir eylem’’ olarak açıklanamaz.

Vatandaşın biri, kendini inançsız olarak tanımlayan bir arkadaşına şu soruyu sordu:

—''Sana ölmek istediğimi, artık bu hayattan herhangi bir beklentim olmadığını fakat inançlarım gereği bunu yapamadığımı söyleseydim, ve bunu senden sâhiden hiçbir beklentim olmadan söyleseydim, sen bir insan öldürmeyi yasaklayan herhangi bir inanç sistemine dâhil olmadığın için bana yardım etmeyi kendi kendine düşünür müydün?''

—''Nasıl bir yardım?''

—''Örneğin işini çok iyi yapacak, geride hiçbir iz bırakmayacak ve dolayısıyla seni de hukukî yaptırımlardan koruyacak bir kiralık kâtil tutmayı düşünür müydün?''

—''Evrensel ahlâk yasalarına tâbî olduğum için düşünmezdim.''

—''Yani sadece ''kötü bir insan olmamak için'' yardım etmezdin bana.''

—''Öyle de denilebilir.''

—''Peki ya evrensel ahlâk yasalarının, yalnızca uygarlığın devamı için belli başlı değerleri kodlayan kurallar bütünü olduğunu iddia etsem? Olmaması gereken bir şeydir demiyorum, sadece bir arkadaşına yardım etme eyleminin iyiliğini ya da bir insan öldürme eyleminin kötülüğünü tek başına çıkarsayıp karşılaştıramaz. Nasıl ki idam cezalarının nedeni idam edileni cezalandırmak değil, toplumun idam edilen kişi olmadan daha ferâh ve güvenilir bir uygarlık çerçevesinde yaşayacak olmasıdır; evrensel ahlâk yasaları burada neye göre bir insan öldürme eylemini toplumsal faydayı gözeterek meşrulaştırır?''

—''Utilitarizm. Yani çoğunluğun faydası için küçük fedâkarlıklar yapmak.''

—''Öyleyse evrensel ahlâk dediğin bütüne bazı durumlarda şerh düşülebileceğini, askıya alınabileceğini kabul etmiş oluyorsun.''

—''Bu askıya almak değil. Örneğin otuz bin nüfuslu bir kasabada, varlığı geriye kalan herkesi bir şekilde rahatsız eden bir kişinin ölümü, geriye kalan herkes için meşruysa, evrensel ahlâk değerlerine de uygundur.''

—''Öldürülen kişi bu evrenin bir parçası değil mi? Ya da şimdiye dek çoğunluğun refâhı için idam edilen herkes bu evrenin bir parçası değil miydi?''

—''Elbette öyle. Fakat bunu hak edecek kadar kötü eylemlerde bulundular. Örneğin, bir insanı öldürerek onun en temel hakkını, yaşam hakkını elinden aldılar.''

—''Bir insan öldürdüğü için onu kötü bir insan yapan evrensel ahlâk, onu öldüren toplumun bütün fertlerini neden kötü yapmıyor?''

—''Çünkü eylemin nesneleri farklı. Suçlu, masum bir insanı öldürüyor, toplum ise suçluyu. Bir bireyin yaşam hakkını elinden aldığı için kendisininkinden de ferâgat etmiş oldu.''

—''Öyleyse onun eylemini kötü yapan tek şey, bir insanı kronolojik olarak sizden daha önce öldürmüş olması. Aynı eylem iki farklı özne tarafından farklı zamanlarda yapılıyor ama evrensel ahlâk birisinin eylemini kötü, diğerininki meşru olarak değerlendiriyor. O zaman buna söz gelimi ‘’zamansal ahlâk’’ falan demelisiniz.''

—''Sana göre bütün yasalar ve dolayısıyla devlet gereksizdir öyleyse.''

—''Elbette değil. Yasaların ve devletin gerekliliğinden bahsetmiyorum. Başlarda değindiğim gibi, uygarlığın ve refâhın devamı için bunlar elzemdir. Burada  seninle, insanın herhangi bir eyleminin doğurduğu kötü sonuçlar karşısında yargılanmasını da tartışmıyorum. Masum bir insanı özgür iradesiyle öldüren birey muhakkak bir yaptırımla karşılaşmalıdır. Bütün bunların pratik sonuçlarıyla ilgilenmiyorum. Sadece şunu anlatmak istiyorum; evrensel ahlâk dediğimiz şey, o bireyi, kötü bir eylemin öznesi olduğu için ‘’kötü bir insan’’ olarak nitelendiriyorsa, aynı eylemi yalnızca başka koşullar altında yaptığı için bir başka özneyi ‘’ne kötü ne iyi, olması gerekeni yapan’’ ya da ‘’olması gerekeni yaptığı için iyi olan’’ olarak değerlendirmesi ne derece tutarlı?  Bunu hukukî bir zeminden çıkarıp şöyle bir örnek daha vereyim, öldürme eyleminin kendisi kötü bir eylemse, neden savaş hâlinde meşru olarak değerlendirilir?''

—''Yani ne diyorsun?''

—''Yani diyorum ki, bana, beni bir arkadaşın olduğum için sevdiğini ve bir gün hayata dair yeniden umut besleyeceğime inandığın için yardım etmeyeceğini söyleseydin, bu mâkûl bir neden olabilirdi. Çünkü bireysel bir muhasebe yapmış ve sevdiğin birisine ne şartlar altında olursa olsun zarar vermek istemediğin sonucuna varmış olurdun. Bu durumun benimle hiçbir alakâsı olmaz, salt senin çıkarımın olurdu. Fakat evrensel ahlâk yasalarına tâbî olduğun için bana yardım etmeyeceğini söyledin. Bu yasalar bir insanın ölümünde pay sahibi olduğun için seni ne derece ‘’kötü insan’’ yapıyorsa, bir arkadaşına çok istediği bir şeye ulaşması için yardım ettiğinde o derece ‘’iyi insan’’ yapmak zorundadır. Çünkü ben de bu evrenin bir parçası olduğum için, bana yardım etmeyi reddettiğinden dolayı, seni kolaylıkla ‘’kötü bir insan’’ olarak nitelendirebilirdim. Ve sen her halükârda ‘’kötü bir insan’’ olacağın için yapacağın tercihlerin hiçbir önemi kalmamış olur.’’

—''Fakat sevdiğin birine yardım etmenin iyiliği, onu öldürmenin kötülüğü karşısında nedir ki?''

—''Peki ya bizim durumumuzda olduğu gibi öldürmenin yardım etmek niyetiyle yapıldığı, yani evrensel ahlâka göre kötü sonuçlar doğuranın ‘’iyi niyetler’’ olduğu durumlarda ne olacak? Bu karmaşayı ne çözecek?’’

—''Bir fikrim yok.''

—''Benim var. Ahlâkın evrensel olan tek yönünün herkeste var olan bir mekânizma olduğunu ancak evrensel çıkarımlar yapamayacağını kabul etmemiz gerekiyor. Birincisi, bir insanın herhangi bir ahlâki dilemma karşısında yapacağı tercih, birçok insanın yapacağı tercihle aynı olabilir. Ama bir yerlerde muhakkak diğer yolu tercih edecek insanlar var olduğu için ortada bir evrensellik olamaz. İkincisi, bizim örneğimizde olduğu gibi, her eylem öznesi ve nesnesi için aynı anda sadece iyi ya da sadece kötü sonuçlar doğurmaz. Kolaylıkla değişken etkiler gösterebilir. Dolayısıyla iyi ve kötü eylem diye bir şey yoktur, iyi ve kötü sonuçlar vardır. Üstelik bir eylemin sonucu aynı anda hem iyi hem kötü olabilir. Bütün bunların sonucu olarak, insan iyi ya da kötü olamaz. Çünkü ahlâk sonuçtur ve insanın kendisini meşrulaştırabilme potansiyelinin kendisidir. İnsanın, iyi sonuçlar doğuran eylemlerde bulunduğu ölçüde ahlâk mekanizmasına bağımlılığı azalır ve hazzı artar. Dolayısıyla bencil doğası, insan için bir handikap olmamakla beraber tercihlerini de etkilememektedir. Çünkü her durumda insan için varılan yer hazdır. Bir insanı öldürmemek seni kötü bir insan olmaktan alıkoyduğu için haz duymazsın; uygarlığa karşı sorumluluktan ve ahlâk mekanizmanın yaratacağı çatışmalardan kurtardığı için haz duyarsın. Üstelik bu haz, yardım etme eyleminin doğuracağı sonuçlardan duyacağın haz ile kıyaslanamayacak kadar fazladır. İnsan tercihlerini etkileyen yegâne durum budur ve sonuç olarak ahlâk eylemlerin kendisinde değil, kimin ihtiyacı varsa orada aranır. 

İçeri ve Dışarı Meselesine Dair Kısa Bir Diyalog


Kafalarımızı nicedir meşgul eden ‘’Bilincin dışına bir adım mümkün müdür?’’ sorusundan yola çıkılıp, ‘’Sanrılarımızı paylaşabiliyorsak bilinci neden paylaşamayalım?’’ sorusuyla devam edilen ve yirmi iki dakika süren bir sohbetin ses kaydının dikte edilmiş hâlidir. Sohbet, SP’nin aniden gelen bir obsesyon kriziyle sekteye uğramış ve devamı kaydedilmemiştir.

Safâ Pektaş: Kültürün ve insanlığın kolektif geçmişinin, insanın bireysel anlamda kendisini hırpalaya hırpalaya buraya kadar getirmesiyle birlikte ‘’hakîki hakîkate’’ yaklaşılan bazı noktalar ortaya çıkıyor. Şu ki, kelimeleri kullanıyorsak, bu kelimeleri kullanırken yarattığımız söz dizimi bilincini paylaşıyoruz. Çünkü kelimelerin üstünde o cümlelerin söz dizimi tamamıyla bize ait. Noktalama işaretleri de bize ait. Bunların hepsi bir metodolojiyle geliyor. Bu metodolojiyi bir kez öğrenip unuttuğun ve yeniden kullanmaya başladığın zaman (bilinç dışı düzeyde) artık kendi özgün seslerimiz olmaya başlıyor. Bu noktada, bir anlam ya da algılama düzeyinde değil, duyumsama düzeyinde (bilincin dördüncü, beşinci katmanlarında) bir başka bilinçte yaşayabiliyoruz. O bilincin altıncı, yedinci katmanlarındaki düzeylerinde yaşamayabiliriz, ki eğer yedinci katman o bilincin hakîki hakîkate en yakın noktası ise (kişi bile kendi hakikatine yakın değil) benliğin oluşturduğu hakikatler silsilesiyle baş başa kalıyoruz. Orası uçup giden bir nokta ama orada bile iki buçuk milyonluk hikâyelerimiz var aslında.

Ahmet Hazar Ertaç: Fakat yola kendi kelimelerimize yüklediğimiz kendi anlamlarımızla çıkıyoruz. Çünkü her bilincin kendi tecrübeleri biriciktir ve bu yüzden, bilincin bir diğer katmanına geçerken başka bilinçlerden (ödünç) alınan anlamlar her hâlükârda kendi anlamlarımızın yanında çok silik bir tezâhüre sahip. Yani kelimeler, cümleler, söz dizimleri gibi iletişim düzeyindeki bütün bilinçler arası paslaşmaların anlam ve algılama zeminlerinde bir bilinç paylaşımı yahut ‘’dışarıya bir adım’’ olarak nitelendirilmesi en nihayetinde eksik kalıyor.

SP: Ben anlamı ikinci katmandan sonra yok ediyorum. Üç, dört ve beşinci katmanlarda anlam yok, ‘’sesinleme’’ var. Bu sesinlemeleri ortak bir paydada yaşadığın zaman ona bir anlam atfetmiyorsun, yalnızca bir hemhâl olma durumu söz konusu. Bu bir tavır, bilincin bir duruşudur.

AHE: Maalesef buna katılamıyorum. Çünkü sesinleme bile, yani bir bilincin diğerine iştirâk eğilimi gösterdiği en keskin noktada dâhi kendimize amansız bir bağlılık, bir kök salmışlık var. Daha net ifade etmem gerekirse, bilincimiz bir başka bilinci sesinlemeye çalışırken dâhi, aslında kendisine dâir algılara boğulmuş bir vaziyette yapıyor bunu. Yani ortak bir payda bana göre (en azından pratik düzeyde) söz konusu değil.

SP: Zaten kendinden tamamen bağımsız olarak bir başka bilinci sesinleyemezsin. Diyorum ya, yedinci katmanlarımız bile kendi hakîki hakikatlerimize yakın değil. Sadece ona yaklaşma çabası bu. Temel tartışmamızda, kimsenin kimseyi anlayamacağını biliyorum ve yıllardır bunu yazıyorum zaten. Bütün çabam, hakîki hakîkate en yakın noktaya gidebilmek için.

AHE: Hakîki hakîkat dediğin ölüm müdür?

SP: ‘’Muhtemelen’’ değil. Hakîki hakîkat dediğim mevzu, hiçbir şekilde sesinleyemeyeceğimiz ve anlayamayacağımız bir şey.

AHE: Öyleyse Tanrı’nın kendisidir.

SP: Tanrı’ya evren dersek mümkün. Sadece belirli imgelerle ve anlam atfetmelerle varlığını hissedebileceğimiz bir şey. Kelime düzeyine düştüğü anda yok olan bir şey bu arada.

AHE: Neden Tanrı’ya evren diyoruz? Evrenin bütün somut muhtevâsının anlamı dışında, şu an bizim tartışmamızdaki yeri nedir?

SP: Onun sürekli genişleyen bir şey olması.

AHE: Peki sesinleme eyleminde nereye tekâbül ediyor?

SP: Başlangıçtan itibaren var olan her şeyin bilgisi, bilincimizde bir yerlere kayıtlı olabilir. Senin cümlelerinle, nereye gidersek gidelim hiçbir şey zihnimizin dışında değil. Onun için ben de sende varım, sen de bende varsın zaten. İnsan insanda var.

AHE: Her şeyin bilgisinin bizde kayıtlı olduğu da bir muallâk. Hepten bir empirist gibi bakmasam da bu konuda Descartes gibi ortadayım. Bir şeylerin bilgisine doğuştan sahip olabiliriz; Tanrı’nın, benliğin, doğadaki geometrinin vs. Ama bir beyin fırtınasında bütün bilgilere sahip olduğumuzu kabul edelim, yani tıpkı evren gibi, (yeni nöral bağlantılarla) bilincin de sürekli dışa doğru genişleyen ve bu yüzden aslında bir dışarısı olamayacağını, onun her şeyi kapsadığını ve dolayısıyla başka bilinçleri de kapsadığını söylüyorsun, sesinlemenin de tam bu yüzden kaçınılmaz olduğunu. Fakat bu durumda iki sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Birincisi, yeni nöral bağlantılar kuramadığımız ve hâli hazırdakilerin de yitip gittiği bir nokta var hayatımızda. Sonrasında ölüm geliyor zaten. Kaldı ki evrenin de bir noktada genişlemesi durup içine doğru çökeceği ve kendi ölümünü yaşayacağı mâlum. Öyleyse sesinleme sonsuz bir eylem değil ve bahsettiğim ‘’içe doğru çöküşün’’ başladığı noktaya kadar başka bilinçleri sesinleyebilsek de o noktadan sonra bu mümkün olmayacaktır. Bugün için gerçek olanın yarın için olamayacağını da düşünemeyiz. İkincisi, evrenin kendi içinde mi yoksa başka evrenlere doğru mu genişlediğini bilmiyoruz, başka evrenlerin var olup olmadığını bile bilmiyoruz. Ama ne yazık ki başka bilinçlerin en az kendi bilincimiz kadar var olduğundan eminiz. Dolayısıyla bu analoji tam yerine oturmayabilir ve hâlâ bir dışarı olup olmadığını bilemeyiz. Evet, bilincin en dışının dâhi zihnimizin dışında olmadığını söylüyorum ama buradaki ‘’dış’’ uzak anlamında, yani yine içinde kalıyoruz.

SP: Bilginin kaynağı probleminde değinmek istediğim bir nokta daha var, Jung’un bahsettiği arketipsel imgeler. Yani zaten bir şeylerin bilgisine sahip olarak dünyaya geldiğimiz muhakkak. Temel tartışmamızda ise buraya kadar, bilinçten dışarıya bir adımın imkânsız olduğuna dair hemfikiriz. Fakat ben bunun sürekli dışarıya adım atmaktan dolayı dışarıyı içeri hâline getirdiğimiz için imkânsız olduğunu söylüyorum, sen ise içeride hapis olduğumuz için imkânsız olduğunu söylüyorsun. Bir insan olarak var olurken, duyumsama alanımıza çarpan birçok uyaran var. Biz sırf bu yüzden onların gerçek olduğunu sanıyoruz. Esasında bu da bir varsayımdır. Yani burada otururken karşımızda duran şu kitapların var olduğunu ‘’sanıyoruz’’, çünkü onları görüyor ve dokunabiliyoruz ama bu kitapların burada olmama ihtimali daha yüksek. Bunun gibi, kişi duyumsama alanı genişledikçe gerçekliğinin o olduğuna inanıyor. Halbuki, bu yalnızca algılamaktır. Buradaki ironi ise, duyumsadıklarını algılarınla perçinleyemediğin zaman hakîki hakîkat yolculuğuna başlayamıyorsun. Ama bu durum anlattığım gibi bir yandan da gerçekliğin ne olduğunu bulandırıyor.

AHE: Ki zaten, bizim burada olmamız veya bütün bunların bir sayıltı olması, bu kitapların burada olmama ihtimalinin daha yüksek olması, var olan her şeyin ihtimalini sonsuz bölü bir yapıyor. Ama bir yandan, geriye kalan her şeyin de ihtimali bir eksi sonsuz bölü bir olmuş oluyor. Var oluşun bu matematiğine göre, aslında gerçeklik çok daha yüksek bir ihtimalle şu an yaşadığımızın dışında bir şey. Fakat, bilincin var olan mı yoksa var eden mi olduğu problemini açığa kavuşturmadan, sanıyorum ki bu analoji de yetersiz kalacak.

SP: Evet, bütün kadim söylemlerde beden zaten bir zincirdir. Fakat bedenin içindeyken hakikatin bilgisine sahip olsak da ona ne kadar yaklaşabileceğimizi bilmiyoruz. Benim biraz canımı yakan kısım burası.

AHE: Evet, kesinlikle, ‘’can yakan’’.

Sembolik Paslı Demir Yansısı


-"Anne bak ne demiş Çehov; Ne kadar harika bir gün, çay mı demlesem kendimi mi assam bilemedim. Sence bunu Dostoyevski'nin söylemesi gerekmez miydi?"
-"Çayını içtikten sonra assın."
-"Konu o değil."
-"Banane. Akşam balık yiyelim mi?"

Olmamış olmasın diye oldurulan şeyler bir noktada can sıkıcı hale gelebiliyor. Günler birbirini kovalarken, patlak sokak lambalarının sayısının artması bizce çok hoş karşılanan bir durum olmayacak gibi. Belki de ismini unuttuğum o filozof haklı; geçmiş ya da gelecek diye bir şey yok, sonsuz bir şimdi var. O halde bir an öncesini hiç yaşanmamış saymamız gerekiyor çünkü o an şimdinin geçmişi değil, o anın şimdisiydi. Nasıl yani, gerçekten böyle mi? Şu anımız bir saniye öncesinin geleceği değilse eğer... Kardeşim çakmağını verir misin kafam şişti. Dedemin evinin önündeki bahçede şeftali yetişiyordu eskiden. Özür dilerim, eskiden diye bir şey yok. Eski bir şimdide orada şeftali ağacı vardı. Şimdinin şimdisinde de orada bir şeftali ağacı olabilir ama Schrodinger'in kedisine göre bunu öğrenmek için gidip bakmam lazımmış ve orada bir şeftali ağacı yoksa o ağacı ben kesmiş olurmuşum. Çünkü kesildiğini kesin olarak öğrenene kadar zihnimde o ağaç hala meyve veriyormuş. Bu evrende her şeyin olma ihtimali yüzde elli mi sevgili baba? Olmamış olmasın diye oldurulmuşsa ayrı. Çünkü başta da belirttiğim gibi can sıkıcıdır ve can sıkıcı şeylerin olma ihtimali yüzde yüzdür. Her neyse, dün gecenin şimdisinde balkona çıktım ve o ağacın olduğu yere herhangi bir ışık vurmadığını gördüm. Galiba bir sokak lambası daha patladı. Biliyor muydun, üç devletin toplamı bir savaş eder. Bir savaş birden fazla milleti perişan eder. Birden fazla millet, devleti imparatorluk yapar. Bir dünyada iki imparatorluk olmaz. Unutmadan söyleyeyim, kırk devlet bir sokak lambasını tamir edemez. Birhan Keskin'in içindeki nar patlarsa da bunun hesabını kimse veremez. Bayramların ne kadar sürdüğü hakkında bir fikri olan var mı? Bak, henüz bayramdan çıktık. Bunu gözlemlemiş olmanız gerekiyordu. Arkalardan uzun boylu bir genç kalkıp ramazan üç kurban dört gün sürer dedi galiba. Kimdi o bağıran? Her kimse artık, yanılıyor. Her bayram, son yolcusu uğurlanınca biter. Adamı çıldırtmayın lütfen. Hiçbir şey olmamış olmamak için olmasın, şeftali ağacını kimse kesmesin, Birhan Keskin'e kimse dokunmasın ve lütfen artık birisi gelip şu sokak lambalarını tamir etsin.

Back to top