I. FALÇATA
‘’iş birliği yapalım, beni öldür.’’
çağlarca kurulmamış bir cümleydi bu.
elbette, bir şiirden ilk duyulan olmaya
yaraşır da değildi ancak
katli böylesine vâcip bir şiire
yaraşacak giriş
simânızı gündelik falçatamla
paramparça edebilir.
öyle çirkin olursunuz ki sonra
o pek sokulgan
şüpheler bile yanaşmaz
yoz ve karanlık ülkenize.
böylece
ben de nihayet
buruk bir endişe sahibi olurum,
onu ceplerime doldururum
sevişmelerden önce.
yâhut bir uyanıklık yapıp
yeni bir çift gözle
belki bâkir bir dirim karşılığında
dolambaçsız takaslar yapabilirim.
kumarsa
işte budur kumar.
ama bu pek kârlı anlaşmayı yapacak olursam
dünyanın bütün endişe tacirleri,
çürüyüp kokan bir iştahla ellerimi sıkarlar.
hâlbuki midem yeterince bulanıyordur.
ellerimi sıkıp
‘’sana yakışan da buydu.’’ derler kesin.
oysa bana kanlı bir verem dahi yakışıyor.
acıkınca iki avcumla
toprak yemek de yakışmıştı ya.
tıknaz bir hayata sığarım sandınızdı,
yazık.
yazık ki kesin gizliyorumdur diye
kulak bile kabartmadınız
bana yakışan her şeyin
aniden kaybına.
bu yüzden
anlaşma falan yok.
kalbim merhametle dolu ya da siz
bir yerlerden
acınası bir vakurlukla beni izliyorsunuz diye değil.
sadece,
bu kursaktaşı ızdırâp,
size bir çıkış
bir yakarış gibi görünsün diye
salyalı endişe tüccarlarıyla pazarlığa oturmam.
doğrusu,
bu sakıncalı kayıtsızlığımla;
topuklarımı her adımda kanatan bu tuhaf yara
ve beni her gece eve döndüren ilginç zaafımla,
bırakın,
bana sadece korkmalar kalsın
çirkinliğiniz karşısında.
çünkü ben
o beyaz mermerden tahtınıza
talip değilim,
hiç olmadım da.
II. FALÇATAMIN RUHSATI
evet, dünyanın eklemlerinden başka endişem yok.
bir kaydım yok bu çatışık ve uydurma,
her açığıma açıktan bir tavır alan dünyada.
henüz atılmamış bir tokatla ben aynı şeyiz.
çünkü ne kadar kaydım varsa
kafa kâğıdım
beyanlarım
adresler ve tutanaklarım
-kısaca sen busun ve oraya aitsin
diye geveleyen her belgeyi-
donmak suretiyle öleyazdığım bir gece
biraz ısınabilmek için yaktım.
iyi de yaptım,
çünkü benim ölümüm
bir iş birliği nihayetinde olmak zorundadır.
ne bir başkası kadar tanıdığımdır yaşamak
ne kendim kadar mâsum olabilirim yaşarken
görünenlerin arkasına saklanacak denli
küçük de değilim hem,
gözümü kapatırsam savunmasız kalırım
ve çok barbar şüpheler ki
bundan istifade yanaşır
benim en çirkin, en gizli hâlime bile.
belki, kendi karanlık ülkemin surlarını dövüp
-ateşkesi ciddi bir ihlâl sayarak dövüp-
kendi saflarıma katmak istediğimden hüznü
affedilmeyecek kadar ağır bir günah işledim
ve onu ıslak bir sunta gibi dişlemek
bana kaldı
koca tarih sahnesinde,
dişlerimi bu patırtının şiddeti kırdı.
III. FALÇATAMIN FİYATI
bütün bunlar
bana şimdi ödemem gereken
ağır bir fatura dayatıyorlar.
sonuçta her kazanım
yani bu kayıtsızlık
yani gönlümce gönülsüzlük
görece büyük bir kayıptan doğarmış
-öyleymiş yasa, öyle diyorlar.-
gel gör ki ben, aşkın ve nefretin
ömür başına yalnız bir kez seviştikleri o gece
aşkın rahmine düşüp de doğanlardan değilim.
nefretse,
botlarımı parlatan bir cila kadar var hayatımda.
ömrümün olanca toplamı kadar bir öfkeyi
göğsümde yumuşattığım da vardır benim,
bilirim, iki ciğer ortasında bir ihtilâl nedir
ve biz nefes aldıkça neden heveslenir sızı,
bilirim.
o yüzden
peri kanıyla yazılmış peri masallarına
inanmadım,
ve inanmayacağım diye
önüme konulan hiçbir faturayı ödemem.
hem dümeni kırılmış bir gemiyi
kurtarmakla memur olunduysam
hem de yakama dümenci yaftası
vurulacaksa bu yüzden,
alaborayı tek çare bilirim.
karaya
yüzerek de çıkabilirim sonra.
IV. FALÇATAMDA KAN VAR MI?
yarının ışığıyla
bugün aydınlanmıyor diye oturup
kara çaputlarla bağlanamam ölgünce.
nasılsa zaman,
saç diplerimde bir kaşıntıdır artık.
ve onca zaman
yalnız duramadığımdan koştum hep.
biliyorum, kafama çalınan her taş ilkiydi.
fakat öyle bir sır gibi kaybedildiğimden
bütün bunlar şimdi
işkenceler altında bir itiraftan öte
katli vâcip sıfatıyla bir şiire dönüşüyor.
ölüm bile şiire dönüşebiliyor yaşarken
şu durmayan yağmur bile.
isteyince yüz parçaya bölünenlerin
ahmak bir övüntüsü vardır,
işte o: bütün duyularıma birden yaslanıyor
-ve bohçamı hazırlarken fısıldıyorum:
ben de onlardan biriyim herhâlde.-
yüreğimi yüz parçaya bölebilirim,
yine de hiçbirinde sessizlik barınmaz.
yüz ayrı cephede paramparça olsa da
bayat morfinlerden çare aramayacak.
çünkü, benim bu düzenbaz yüreğim
kendiniz aleyhine ayaklanırken
çalacağınız hiçbir davulun tokmağı değildir.
benim, hiçbir erdemle yücelmemiş yüreğim
yüce günahlarınıza sessiz bir ortak olamaz.
bohçam dolu,
pusulam kırık /
şu alçak yağmur bir dursun
yüreğimi kazanılmış bir bayrak gibi
çekeceğim yükseklere
şu alçak yağmur
bir dursun bakalım önce.
V. İŞ BİRLİĞİ
iyisi mi
bu tehlikeli yüreği bir kenara bırakıp
meşalemi söndüreyim,
çok yoruldum.
hem belki karanlık şu yağmuru durdurur,
saçarım ortalığa bende saklı olanı.
servetini, ayaklarıma yalnız
yeterli ve kısa bir cevap için dökmüşlere
çıplacık bir kucak açarım o an.
şu yağmur bir dursun önce,
ağzımı yersiz bir küfürle doldurup gelirim
tanrılarınız katına.
önce şu yağmur bir dursun da
bütün çaldıklarımı geri veririm
benden bütün endişemi çalan sahiplerine.
şu yağmur
bir an önce
dursun yeter ki,
yoksa zor bela kapanan
bütün kapılar açılacaktır.
dursun,
damarlarıma dağ gibi bir katran dolacaktır.
dursun, korku ne demek unutacaktır kalbim.
dursun, umut diye bir şey uyduracaklar ve
dursun, rezil ruhunuza rastlayacak radarım.
dursun, bir bela beğenecekler ki başıma dursun,
iğreneceğim içimdeki iltihaptan.
dursun.
artık ne olur
dursun şu yağmur,
her öğünüme gizliden biraz
sıcak kelimesindeki eczâdan katıp
beni olmaz ölümlerden döndüren
bir görünmezle
iş birliği yapacağım
ve öldürteceğim kendimi,
şu alçak yağmur
bir dursun bakalım önce.