Yaşamak Üzerine Sayıklamalar


1.

yaşıyorum. bunun bir bahanesi yok.
zaten beyhude cümleler kurmaya boyum yetmiyor
sen belki vakitsiz gidersin diye sakladığım tüfenk
ben tam vaktinde gittiğimden beri tutukluk yapıyor.
böylece eğri oturup matah şeylerden konuşuyorum yalnız
yumuşak harflerden
yetzirahtan genesisten tekvinden
ısrarla silkinip kendine gelenlerden
soruyorum: hiç politeist mahallesinde kitsch satmış mıyım
suya ıslak/ateşe kuru dediğimi biriniz duymuş mu
tuzumu yoksa benden başkası mı kurutmuş
hepsi fasarya.
yüzüme niçin aval aval bakıyorsa padişahınız
sizi o yüzden kıtlıkta bıraktı sevgili yüce tanrımız
evladınız majör kıtlık zamanı bu dünyadan göçtü
bir yugoslavya balkanlar’da! derlermiş, çöktü
ama banane bütün bunlardan. benim
padişahınızdan tek bir yudum bahşım bile yok
ne bir foton ne fortissimo
ne de mahir bir urgan.
kendine asla haiku şefkatiyle yaklaşmayan
hâlâ yığma duvarlar karşısında tıfıl bir adam
karşısında biraz çaylak kalıyor güzgülerin
ne kalkülüsten anlıyor ne felsefeden
unzurna ile rainayı hep birbirine karıştırıyor
neye mâl olursa olsun
uyuyor gece oldu mu efendi gibi
yüzünü her sabah böyle tırpanlamak
işine geliyordur belki.
işime gelmese de aklıma eski
bir başka hayat kadar eski günler gelince
bakıyorum, yıl hazar’dan sonra yirmi yedi
çadırımdan maxima liberte türküleri çağladı mı
dostlarım da bana endişeyle bakıyor
naçar başım tam yirmi yedi yıldır ağrıyor benim
ne güzel işte! karaborsa elendi.
tüfengim hâlâ tutuk sayende
çünkü sana her baktığımda defa binlerce
kucağıma başka bir öksüz verilen çocuklar bile büyüdü.
hiçbiri artık tren taşlamıyor mesela
hiçbiri üzerimi dikenli tellerle örttüğün
gecelere kahretmiyor artık senin.
bıktılar yani büyüdüler yani
yalnız matah şeylerden bahis açıyorlar
yumuşak H harfinden humma gibi ve kendilerinden
taviz vermeden dolu dizgin ve
arada bir kulağıma eğiliyorlar:
tüfengin hâla tutuk diyorlar adam senin
nerede bir şeyleri eskitmeden sevdinse
oraya hiç geri dönmedin
allah aşkına dön diyorlar.
oysa ustam bana prehistoriada
bir rüya aleminde, hülyâ ya da
o tüfengi muhakkak yağla ve
bir güldüysen iki ağla demişti.
fakat önce yaşadığım şehrin fethedildiği yıl ile
yaşadığım apartmanın kapısı arasındaki
esrarengiz ilgiyi çözmem lazım gelirdi
kollarımı bunun için sıvadım ben de.
bugün bir kaburgam çemberlitaş’ta çelenktir diye
öbürüne kuzguncuk’ta lavanta sarıp satıyorlarsa
ortalarından akıp giden şehir elbette alınacaktı
isevi ellerinden, yıl isa’dan sonra
bin dört yüz elli
üç

2.

bir sonrası varsa öncesindedir yaşamın
yaşadıysam ne incir sütü
ne de kelepir saplantılar için yaşadım.
hiçbir zaman göğüs hizamdan yukarıda tutmadım yaşamayı.
bana sapasağlam bir atalet sağlayan
kaşınan yerlerimi ben parçalamadan sağaltan bunlar değildi.
berduşların vallahi son kadehlerinden bir yudum
kokoşların sevdiği billahi ilk adamlardan birer öğüt alarak
cesaret buldum yaşamaya
böyle döndüm panik nöbetlerinden
dönmeye şayan tek yer de buydu zaten.
bir tek kılı kırk kez yarıp başıma
akıl diye aldığım selikânın saati lehime işlerken
uykuya/her soluksuz uykuya
korkunç töhmetler altında dalarken
keder mezatları kovalarken gözde metruklarında şehrin
dünyaya sımsıkı tutunmayı öğrendim.
başka ne gelirdi ki elden?
geceleri kasabamda kır atıyla kimse gezmiyorken
ayaklarım dinç kaideler üzerinde idiyse
cümle şirpençem de yüksekteydi benimle
irtihale ayak diretmiyorum.
tek bir bedduadan başka bir şey kalmayınca ezberimde
gayrı nasıl üşünür, onu çağırıyorum:
‘’can derdine düşesin, çıkaran da olmasın.’’
buğuzla bu kadar işte. yaşıyorum.
hiçbir mazeretim yok
ruhumu bilabedel niye daldıracakmışım
bunca bulanık birinkintiye?
fallarımda kara sevda çıktıkça daha yaşarım ben
özlenmiş ev gibiyim kendimi çiğner aşarım
bulaşırsam otoyol gişeleriyle bir kan davasına yeniden
ancak sana gelmek için bulaşırım demişliğim vakidir.
bütün gündüz düşlerim matbu.
tentelerde biriken su benim
çarşılara ve tarihe olan borcumdu
ödedim. artık alacak verecek kalmadıysa ortada
alacakaranlık verecekaranlık anlamam
gitmeliyim. gün doğsun diye bekleyemem.
canıma minnet değil salon sakinlerince
canımın peyderpey koparılması
komplimanlar hepten yalan-elektron dolanık.
ya auf wiedersehen ya allahaısmarladık.
ben kalırsam eğer cümleler de yavan kalır benimle
maazallah. nurlar içinde ve iyi ki buradaydınlar
sana ölmeden evvel son bir kez dahalar
olmasa ne yapacaktık?
hangi inatla dayanacaktık bunların soysuz iktidarına
yalnız bir selâ okunurken beden bulan üzbeler
belli ki çıkamazlardı hiçbir yarına.
fakat yarın ne ki bugün ne?
tek bir bedduadan başka hiçbir şey ezberimde:
‘’can derdine düşesin, düştüğünle kalasın
seni kaybeden varsa cehennemde arasın.’’
artık cesedinden daha dingin kimselerle
köşeler kapmaca zorunda değilim.
hangi köşeden dönsem yine kendim
kapmış bütün köşeleri hayta, aferin
paris yağmalanmış
cezayir’den uzak asya’ya dek
sırrımı bilen herkes damgalanmış yeryüzünde.
dear god! iki asra yaklaşmış sen öleli
herkes asil naaşından bir parça yemiş
yoksa nasıl var olacaktı demokrasimiz?
üstüne üstlük mezatlardan aldığım bütün kederi de
şarkıda binilse de gelse denilen atlar yemiş
hepsini vurdum ben de. başka yolu yoktu.
sonra bana yakışanı yaptım, gittim uyudum.
unuttum ezberimdeki o eşsiz cevherleri
sonra dünyaya
sımsıkı
tutundum…………………………AMA,
en çok ağrıyan
yeriymiş
tutunduğum. 
………………………………BİLMEDİM.

3.

gerçi dünya uzun uzadıya küskün
durma dünyasıdır demişti
yüzünü hiçbir yöne dönmeden sokakta
ucuz çiçekler satan
uzun etekli acuze.
ben herhalde bunu duyduğum gün temize çıkmıştım
temize çıktığım gün onlara
pis olmaktan muradım neydi anlatmıştım.
temize çıkıp baktım. temiz
bana öptüğüm hiçkimsenin anlattığı kadar temiz değil.
yüzler burada yüzleştiğim her şeyin
bir korkunç terkibine benziyor
allah’ın yarısına inanıp ekmeğin hepsini yiyorlar.
bir süzdüler mi şöyle anlıyorlar
hangimiz şairdir hangimiz sihirbaz
hayır! hiçbiri dövüşmekten anlamaz bunların
buraya kadarki bütün serüvenleri mazbuttur
hiç korkmayın. sağ salim varacaksınız
kuzeyinde hep sibirya olan yerlere
varsın olsun
ben de ellerimi sıcak cerahatle yıkarım.
sanki iki tane fidan içten içe üzülünce
vaz mı geçeceklerdi bahçayı talan etmekten
karnıma her halükârda ateş dolmayacak mı
yarana yaman bir yabancıysa yarin
yokluğum yoksulluğu yoklamayacak mı en sonunda?
işte bir cevap verebilmek için buna hakiki
en başından beri hep orada olan nostalgia
artık hayatında bir sovyet rusya kadar vardır
bir ss subayı kadar kazanmıştır kırk beş sonbaharında.
herkes gibi tek başınasın
bir yaz senin üzerinden göçtüğü için turnalar
sen hep kendini bir yaz mevsimi sanacaksın. biliyorum
hazdan/gizden bir insansın.
etten kemiktenliğin çürüyeli çok oldu
en sağlam dişlerin ve
en güzel günlerin bile artık
benim birleşik devletler’e olan sevgim kadar yok.
içimden bir ses
bir gün ellerinde bir tek gözbeyazınla
kalacaksın diyor
adı yirmi dokuzdan on beşe düşmüş meydanında şehrin.
ben hep gözde metruklarında
sen hep çok uzaklarında olduğun sürece
yaşayacağım. sakın beni hatırlama.
çünkü hâlâ nerede bulacağımı bilmiyorum
tüfengime biraz barut biraz yağ
otoportreme bir çerçeve, nedamet
azıcık hayâ. hikmetinden
sual olunmayan rabbimin
farklı fanilerce tasviri, beni
arkamdan hayali şeylerle vuran katilin
izini sürmeye sürükleyince
anladım, yaşamak siftinmekmiş.
artık tek bir feryat bile etmeyeceğim
münacata hiç lüzum yok
beni
bildiğin gibi
doğurabilirsin.

4.

yaşıyorum ve buna devam edeceğim.
nakil mezarlardan kalan uyluk kemiklerini
tekinsiz kimselere satıyorum diye
katiyen suçluluk hissetmeyeceğim doğrusu.
daha eskiyim bütün bezginliğinizden
aslında tüm söyleyeceğim buydu
beni geçim şeklimle tenkit edenlere.
mesela beynelmilel casusluk hiç bana göre değil
çünkü mostar’da bir boşnak gibi ölemem örneğin
düşümü türkçe görürüm daldığım siestaysa bile
muallimlik yapamam
altı üstüne getirilmiş bir vatanın altından üstünden
noktalanmış bir tarihin yiğitlerinden kime ne
anlatmam.
akçemi ancak ölülerden kazanırım.
lakin hepsi ben yaşıyorsam olur
bırakamam. ölüm şıksa da
mazruf bir andıç gibi yaşıyorum, bu daha şık.
hiçbir ahdim kalmadı tutulmayan.
gönlümce kır sefâlarına çıkıp
dilediğim kelleyi uçurabilirim artık
değil mi? bütün dermelerden çatmalardan
kaçıp kibrimin koynuna gireceksem yine
sualimi mazur gören
karac’oğlan cevaplasın:
erenlerden aldım eller                     eller gider sen kalırsın
ama vaktin geldi derler            derler kendin’ zor bulursun
bu dünyadan göçen erler           karac’oğlan nerden bilsin
karac’oğlan nerdelerdir?                  nerdelerse ordalardır.
bunu bilseydim eğer
penceremdeki menekşe
hiçbir zaman kurumayacaktı.
belki sana ölmeden evvel son bir kez daha
her neyse. bağırıp çağırmak güzaf
zaten vehmimdeki çarçurluktan uzağım
bunu yavruyken düşlediğim sefirlikten
mahrum kalışıma telafi sayarım
olur biter. kartvizitim burada kalsın
uyluk kemiği lazım olursa ararsın
sana ölmeden evvel son bir kez daha
hayır. istediğini vermem.
ucuz çiçekler koklamasam da
yüzümü hiçbir kıbleye dönmeyeceğim ben de.
ama nefsimle bir raks daha eyleyeceksem eğer
erbaneyi süt kardeşim yunus çalsın:
ah kardaşım bir bak bana          bana denmiş yunus emre
ver aşkından bu âdeme             âdem desen tek bir zerre
bana derdim’ veren yara               yara dedin kardaş yara
bir açılır bir kapanmaz                aşûk isen hiç kapanmaz.
kapanmasın diye en özge kapılar dahi
altına takoz olmaya gönüllü değilim.
ışıklar diyarına yaptığım seyahatler
bana bercesteiruhimücerret katsa da biraz
artık karanlıktan daha çok korkuyorum sayılır.
loş ve kuytulardayım bu en güzeli.
alçak bulutların zihnimdeki tortusunu
bir şeyin diğerinden daha doğrusunu tahkik gibi mesailer
haneme fazladan bir romatizma koyabildi en çok
o yüzden kant’a ziyadesiyle kırgınım
ve yoruldum esrimekten.
değil mi ki rivayetse
rivayettir okuyacağım
üzerim kansa
inattandır.
sana ölmeden evvel
son bir kez daha
söyleyecek
hiçbir
şeyim
yoksa
eğer
SEN
tüfengimin
son marifetiyle
kendine kıydığındandır.
BEN HÂLÂ YAŞIYORKEN.

L'étranger


ağlayınca
gözlerinden safran terleyen birkaç mendebur
bihakkın saklandığı hâlde yakalayıp kardeşimi
göğsüne zorla bu kelimeyi kazımış.
görseniz
kazımak ne kelime
aftlarım izin verse hani
şöyle dolu dolu büyücek ağızla
dağladılar diyeceğim.
ama görseniz ya bir
su ve ardı sıra kan toplamış ve
adını sanını bilmediği bir çiçek görmüş toplamış
kazınan bu kelimeyi sıkıca vurgulasın diye.

oldur ki o gün
yunma günüme denk gelmiş olmalı.
çok eskilerden tabiatımdır
anneler kanun celbiyle ve
medeni hukukun boşluğuyla
yunaklardan çekildi çekileli
yedi günde bir yedi ayrı ağızdan çıkan
ruhobur tükürüklerle yunarım kendimi.
her seferinde postum biraz daha köselenir
ancak beni başka türlüsünün arıtmayacağına
bildiğim bütün dillerde ikna edildiğimden
razı geldim asidik bir acının ekşimiş tadına.
ikna olamayıp razı gelemediğimse o gün
kardeşim beni acıyla ünlediğindeki çıplaklığım
birazdan yunacak olmamdan mıydı 
yoksa o sıcakta hırka giyen sevgilim
omzum için 
Sisifos omzu diye yakışıksız bir tabir
uydurduğundan mı soyunuverdim hızla,
nerden bileyim
hatırlıyorum ve kâniyim desem şimdi
yalan olur.
öyle üpüryan inmedim desem sokağa
kardeşim beni acıyla ünlediğinde
kaygıyla
yalan olur.
olur olmasına 
ama bu ilk yalan olmaz söylediğim
kendim hakkında.
kardeşimin kır düğününde elime tutuşturulan zili
cebime sokuşturulan fırfırlı mendili
yakama iliştirilen kurdelayla birbirine bağlayıp
hiçbir ölünün arkasından şimdiye dek
yaşamak sevinci duymadım demiştim
yalandı mesela.
kardeşim beni acıyla ünleyecek olursa bir gün
hazırdı bütün acil eylem planlarım güya:
sokağa tekmil inecek olmanın türevini alıp
merdivenlerden doksan derece tanjant dahi inmiştim.
Aras doğduğunda hiç ağlamadım demiştim
elim boş dönmedim hiç arastalardan. 
taş çatlasa beş dakikaya geçerdi çarpıntım
bir bildiği muhakkak vardı
bana gözlerinde olanca pırıltıyla
ılıman bir ölümden söz açanların.
bütün bunlar ciddi kürsülerde muzip alimler tarafından
kuyruklu mu kuyruklu yalanlar olarak tasnif edilecek.
benimse buna hiçbir dişe değen itirazım yok
ve olmayacak.
yalnız
bir sevecen okşanışın
binbir bıçılganı eksiksiz sarışı ve
annemin tam kırk yıl sonra şehre
tam kırk yıl sonra diyorum şehre
bavulunda sabun bezleriyle gelişi
müstesna.

oldur ki o yüzden
beş yüzlük banknot taşımıyorum
ve kardeşim beni acıyla ünlediğinde sokağa
üpüryan, apaçık
bir bozyılan gibi iniyorum.
beni öyle gören seyyar hurdacı
birkaç yıl önce aldığı karara binaen
gözlerini yumuyor
ve bundan sonra sana
öyle üç beş eskimiş kelime karşılığında
yepyeni plastikler ve bakırlar yok diyor.
sigarayı dal hesabıyla sattığı için 
yüklü bir ceza yiyen bakkal
defterinde adımın yazdığı kısma gelip
kocaman bir çarpı çiziktiriyor.
camgüzelleri kuşku dolu
fırın arka sokakta olduğundan fırıncı 
henüz rastlamadı bana
o yüzden aklı hâlâ
daha bu öğlen ekmeğine saplanan zamlarda.
her şey, her bir şey benimle münasebetinden
artakalan melezliğiyle parlıyor.
benimse utançlarım muhakkak 
bunların dışında utançlardır.
sonra
hurdacı gözlerini açıp
ikindiyi kazaya bırakmaya karar veriyor ve
benimse çirkin huylarım arasında
yaralarımdan utanmak yoktur.
ne kardeşim kalbi meşgul bir cinsilatif sevdi diye
sol kasığıma giren kelebeğin yarasından
ne de kalbi meşgul kimselerce yıllar boyu
kayışa çekilip yaralanmaktan
gocunmadım hiç
iftihar da etmedim öte yandan.
işte çıplaklığım tam da bu yüzdendir.
üzerime bir esvap geçiştirmeye
yırtıp onu söküştürmeye
vaktim mi yoktu sanıyorlar
vaktim vardı.
bana bir esvap dikmek için gelecek
terziler mi gelmedi sanıyorlar,
terziler hep geldiler.
ceplerimde beş yüzlük yok diye
üç dirhem kuruş da mı yoktu
hayır, oldum olası gönç idim.
lâkin ben bu sokağa çırılçıplak inmesem
ben bu sünepe hurdacı, bu dangalak bakkal
tıntın kayışçılar yüzünden
sevmekten vazgeçsem bir gün
güzelliğine günölülerinde ağladığım şehir
nasıl meşru kılınacak?
cehennemde tüylerini yolup
bana insanlarla postalayan şeytan
hangi birimizi ayartmak için zahmet buyuracak
o saatten sonra?
her kılcalım mütereddit yüzünüzden
geçiniz yüzünüzden
geçeyim yüzünüzden hışımla
geçilsin
karnım çoktandır tok bunlara.

işte oldur ki kardeşimi
vitraylı barok pencerelerden sızan
müreffeh günyüzleri değil
ben kurtardım
buna ne kadar kurtarmak denirse artık
elindeki çiçeğe bakıp
begonvil dedim
elindeki çiçek begonvil
çiçek begonvil elinde
ve göğsündeki ilk dövme: L'étranger.

Bir İtiraftan Öte, Şiir


 I. FALÇATA

‘’iş birliği yapalım, beni öldür.’’
çağlarca kurulmamış bir cümleydi bu.
elbette, bir şiirden ilk duyulan olmaya
yaraşır da değildi ancak
katli böylesine vâcip bir şiire
yaraşacak giriş
simânızı gündelik falçatamla
paramparça edebilir.
öyle çirkin olursunuz ki sonra
o pek sokulgan
şüpheler bile yanaşmaz
yoz ve karanlık ülkenize.
böylece
ben de nihayet
buruk bir endişe sahibi olurum,
onu ceplerime doldururum
sevişmelerden önce. 
yâhut bir uyanıklık yapıp
yeni bir çift gözle
belki bâkir bir dirim karşılığında
dolambaçsız takaslar yapabilirim.
kumarsa
işte budur kumar.

ama bu pek kârlı anlaşmayı yapacak olursam
dünyanın bütün endişe tacirleri,
çürüyüp kokan bir iştahla ellerimi sıkarlar.
hâlbuki midem yeterince bulanıyordur.
ellerimi sıkıp
‘’sana yakışan da buydu.’’ derler kesin.
oysa bana kanlı bir verem dahi yakışıyor.
acıkınca iki avcumla
toprak yemek de yakışmıştı ya.
tıknaz bir hayata sığarım sandınızdı,
yazık.
yazık ki kesin gizliyorumdur diye
kulak bile kabartmadınız
bana yakışan her şeyin
aniden kaybına.
bu yüzden
anlaşma falan yok.
kalbim merhametle dolu ya da siz
bir yerlerden
acınası bir vakurlukla beni izliyorsunuz diye değil.
sadece,
bu kursaktaşı ızdırâp, 
size bir çıkış
bir yakarış gibi görünsün diye
salyalı endişe tüccarlarıyla pazarlığa oturmam.
doğrusu,
bu sakıncalı kayıtsızlığımla;
topuklarımı her adımda kanatan bu tuhaf yara
ve beni her gece eve döndüren ilginç zaafımla,
bırakın,
bana sadece korkmalar kalsın
çirkinliğiniz karşısında.
çünkü ben
o beyaz mermerden tahtınıza
talip değilim,
hiç olmadım da.

II. FALÇATAMIN RUHSATI

evet, dünyanın eklemlerinden başka endişem yok.
bir kaydım yok bu çatışık ve uydurma,
her açığıma açıktan bir tavır alan dünyada.
henüz atılmamış bir tokatla ben aynı şeyiz. 
çünkü ne kadar kaydım varsa
kafa kâğıdım
beyanlarım
adresler ve tutanaklarım
-kısaca sen busun ve oraya aitsin
diye geveleyen her belgeyi-
donmak suretiyle öleyazdığım bir gece
biraz ısınabilmek için yaktım.
iyi de yaptım,
çünkü benim ölümüm
bir iş birliği nihayetinde olmak zorundadır.
ne bir başkası kadar tanıdığımdır yaşamak
ne kendim kadar mâsum olabilirim yaşarken
görünenlerin arkasına saklanacak denli
küçük de değilim hem,
gözümü kapatırsam savunmasız kalırım
ve çok barbar şüpheler ki
bundan istifade yanaşır
benim en çirkin, en gizli hâlime bile.
belki, kendi karanlık ülkemin surlarını dövüp
-ateşkesi ciddi bir ihlâl sayarak dövüp-
kendi saflarıma katmak istediğimden hüznü
affedilmeyecek kadar ağır bir günah işledim
ve onu ıslak bir sunta gibi dişlemek
bana kaldı
koca tarih sahnesinde,
dişlerimi bu patırtının şiddeti kırdı.

III. FALÇATAMIN FİYATI

bütün bunlar
bana şimdi ödemem gereken
ağır bir fatura dayatıyorlar.
sonuçta her kazanım
yani bu kayıtsızlık
yani gönlümce gönülsüzlük
görece büyük bir kayıptan doğarmış
-öyleymiş yasa, öyle diyorlar.-
gel gör ki ben, aşkın ve nefretin
ömür başına yalnız bir kez seviştikleri o gece
aşkın rahmine düşüp de doğanlardan değilim.
nefretse,
botlarımı parlatan bir cila kadar var hayatımda.
ömrümün olanca toplamı kadar bir öfkeyi
göğsümde yumuşattığım da vardır benim,
bilirim, iki ciğer ortasında bir ihtilâl nedir
ve biz nefes aldıkça neden heveslenir sızı,
bilirim.
o yüzden
peri kanıyla yazılmış peri masallarına
inanmadım, 
ve inanmayacağım diye
önüme konulan hiçbir faturayı ödemem.
hem dümeni kırılmış bir gemiyi
kurtarmakla memur olunduysam
hem de yakama dümenci yaftası
vurulacaksa bu yüzden,
alaborayı tek çare bilirim.
karaya
yüzerek de çıkabilirim sonra.

IV. FALÇATAMDA KAN VAR MI?

yarının ışığıyla
bugün aydınlanmıyor diye oturup
kara çaputlarla bağlanamam ölgünce.
nasılsa zaman,
saç diplerimde bir kaşıntıdır artık.
ve onca zaman
yalnız duramadığımdan koştum hep.
biliyorum, kafama çalınan her taş ilkiydi.
fakat öyle bir sır gibi kaybedildiğimden
bütün bunlar şimdi
işkenceler altında bir itiraftan öte
katli vâcip sıfatıyla bir şiire dönüşüyor.
ölüm bile şiire dönüşebiliyor yaşarken
şu durmayan yağmur bile.
isteyince yüz parçaya bölünenlerin
ahmak bir övüntüsü vardır,
işte o: bütün duyularıma birden yaslanıyor
-ve bohçamı hazırlarken fısıldıyorum:
ben de onlardan biriyim herhâlde.-
yüreğimi yüz parçaya bölebilirim,
yine de hiçbirinde sessizlik barınmaz.
yüz ayrı cephede paramparça olsa da
bayat morfinlerden çare aramayacak.
çünkü, benim bu düzenbaz yüreğim
kendiniz aleyhine ayaklanırken
çalacağınız hiçbir davulun tokmağı değildir.
benim, hiçbir erdemle yücelmemiş yüreğim
yüce günahlarınıza sessiz bir ortak olamaz.
bohçam dolu,
pusulam kırık /
şu alçak yağmur bir dursun
yüreğimi kazanılmış bir bayrak gibi
çekeceğim yükseklere
şu alçak yağmur
bir dursun bakalım önce.

V. İŞ BİRLİĞİ

iyisi mi
bu tehlikeli yüreği bir kenara bırakıp
meşalemi söndüreyim,
çok yoruldum.
hem belki karanlık şu yağmuru durdurur,
saçarım ortalığa bende saklı olanı.
servetini, ayaklarıma yalnız
yeterli ve kısa bir cevap için dökmüşlere
çıplacık bir kucak açarım o an.
şu yağmur bir dursun önce,
ağzımı yersiz bir küfürle doldurup gelirim
tanrılarınız katına.
önce şu yağmur bir dursun da
bütün çaldıklarımı geri veririm
benden bütün endişemi çalan sahiplerine.

şu yağmur
bir an önce
dursun yeter ki,
yoksa zor bela kapanan
bütün kapılar açılacaktır.
dursun,
damarlarıma dağ gibi bir katran dolacaktır.
dursun, korku ne demek unutacaktır kalbim.
dursun, umut diye bir şey uyduracaklar ve
dursun, rezil ruhunuza rastlayacak radarım.
dursun, bir bela beğenecekler ki başıma dursun,
iğreneceğim içimdeki iltihaptan.
dursun.
artık ne olur
dursun şu yağmur,
her öğünüme gizliden biraz
sıcak kelimesindeki eczâdan katıp
beni olmaz ölümlerden döndüren
bir görünmezle
iş birliği yapacağım
ve öldürteceğim kendimi,
şu alçak yağmur
bir dursun bakalım önce.

Çok Kalmayacağım Daha Kafamı Koparacaklar

geceye lacivert giydirdiler mi
ağlarken edilmiş küfürlere benzerim
oysa ziftten yalnızlıklar yakışır ancak
hiçbir eleğin üstünde kalamayan ruhuma.
konuşmak iç çekmeyle başlayıp hızla
can çekişmeye zorlayan bir şeydir üstelik
bir şey: yok pahâsına
üstelik
tanrıyı hepinizin yerine tanıdım. 

yolcuyu yürümekle mükellef kılanın
yolu tükenmekle kılmayışı
dağların sırt çevirdiğini sırtlananların
sırtlarındaki aydınlık kırbacı
artık savaştan başka bir seçenek bırakmıyor. 
bir savaş: arınmış
kendimden bir iz bulmak için
çıktığım tepelerden birinde
ansızın ve nihâyet başladı.
seslerini uzaklardan getiren neferler
yaşamak için, diyorlardı
yaşamak için
bir okun yaydan gerilişine değil
güzelliği yitirişin süratine değil
sadece
ve sadece bir parça kuru ekmeğe muhtaç olmak
ne de kan çalkalayan bir zorbalık.
çekildim çekiliyor gibi deniz medcezirde
okçular! yerinizde kalın
nasılsa benim göğsümdür
yayından gerilecek her okun nişanı
çıkacak olan tok bir sestir iki demirden.
do ve kıvılcımdan beri
gök hep aynı yangın
her yerde aynı yangın nasılsa.

tepeden son kez
o yangının yüreğine ellerimi uzattım
uyuşuk gözlerimle baktım ona
titrek ve titri uzakta olmak olan bir dolunay
medcezir, dedim ya
saçlarım da gerisin geriye çekilir böylece
korkup saçları olan bir denizin dalgalarından
böylece, her şeyin âkıbeti savaşlarda gizlidir.

ne okçular yerlerinde kaldı
ne de karnımda bir geç kalmışlık kurdu
korkunçtu bulantı yine de
yine de korkunçtu.
nerede devinimlere itirazı sembolleyen
bir yapı varsa
bir heykel bir bina bir kurma
yahut bir insanın dişleri yalnızca
yıkıp can pazarları kurdular yerine
kim bilir belki beni de bir can pazarından aldılar
yine de korkunçtu her otorite:
iyi bir insan gömleğimi yırtıp atan devlet
kötü bir insan gömleğimi yırtıp atan babam
insan gömleği giydiren tanrı
yine de korkunçtu.

İlkyaz Kanaması Provalarım

herkes dağıldı
suretimi almıyorlardı aşklardan içeri
düşler ve dünya ortası kapıya
kalın sözlükler takoz edildiği vakit
herkes dağıldı
ve bu kışı yalnız uğurladım
birkaç fotoğrafın siyahbeyazından
kendi rengimi bularak.

iş ki kamburumu sizden gizleyeyim
aşinayım buna
kendini aynalarda tevatüren görenlerin
enselerinde kaşıntılı bir nefes uyandıracak
bu kepaze yerde, mezbelede
ilkyaz yaralarımın kabuğuyla meşguliyetim
ve yaralar için otacılarda rehin rüyalar
büsbütün
kıkırdayacaklar adımı sonra.

nasıl ki adım
kollarını çemremiş bir rivayettir
doğrusu öyle duyuyorum kalbimin zangırtısını.
öğlen uykularından uyanıyorum gibi şaşkın
belirsizliğin ikindi eşiklerine takılan kibrimle ben
burada
mukaddes kitaplarını yazıyorum
bu rezil bankların, insanların
hava kararınca rezilliğini sırtlayanların gıyabında
hep dağılan, dağılmaya yüz tutan
nihayetinde elbet dağılacak olanların.

öyleyse nicedir sâhir oluşumu
kendi döşeklerimde endişeli
bir misafir olmam ile anlatayım
çünkü, susayıp çatlayan topraklarla
tohum çatlatan sulardan beri burdayım
ve benim ellerim üşümez, bundan
onulmaz yaralar açarım hayatımda
bir rahim yarıp dünyaya bulaştığımdan beri
gökler yarıp bunun evveliyle döğüştüm
ve esas vahşilerin kementleriyle
bileğimdeki.

birinci sayfa:
kimi zaman şakaklarında bir
ağrı kılığında saklanan
hayattır, bilesin
her sabah uyanmaktır.
yine de ikiletme
parmaklarını üçe böleni.

İşte Zaman Sessizlik Zamanı

oturduğu yerden birden kalkanlara
ve sigarasını hep kibritle yakanlara bir şiir,

zaten yenildin
hep direnmek zorunda kalmakla
ne fark eder tüm ıstıraplardan yalın ayak geçişin
haydi düş takvimlerden ayağındaki sancıyı
varsa gücün.

her sabah, bir kazanın ertesi sabahı nasılsa.
nasılsa nereye bir bakış atsan
borçlanacaksın kendine
bir bakış daha.

ben ise bunlarca zaman
kaderin sözünü belki kanla keserim diye
hırpan bir merakla bilendim.
insanlar gece olunca nereye gitmektedir
nedir dağların başındaki o meçhûl ışık
bir Allah parçası desem
yan yana gelip onu indirecek iki el mi var
desem bir fukara evidir ya da
değildir tüm yoksulluk böyle içimizde iken.

ey şehirlerin altından şehirler geçiren
yaşamayı sessizce iç geçirten acizlik
nedir bu meçhûl ışık ve öyleyse,
gece olunca nereye gidilir?

Kendimi Şöyle Bir Tavaf

söneduran bir kandilin altında babam
kucağında kızıl kitaplar ve çukurova radyosu
yaldızlı komün düşleriyle dimağında
gençti
tanımazdı beni, bilmezdi
buydu ilk öznesi sevginin
buydu vaktiyle bileylenmiş her bıçağın
insan soyuna girdiği

şimdi patlatsa şahdamarımı
vaktiyle bileylenmiş bir bıçak
babam hemen gökyüzüne bakacaktır
hangi koçu indirecek diye ya Rab.

…bütün bu serencam gibi
ne çok yalvardık açık semâlar altında
biz bu cengin cengâverleri değiliz
acemiyiz hıncahınç akan bir nehir olmaya
bir basübadelmevttir her taşkınımız
yalnızca her şey değişmektedir diye uyuyup
uyanırız değişen her şeyin sasıyan koynunda.

buyuz, bundanız, işte netice
ölüm ayakkabılarımdan taşıp duruyor
korkuyorum alçakların aynaya bakışından
uğunup duruyorum.

buyuz biz, bundanız, budur netice!
ne zaman anladık ki yağmur
yerdeki suyla kavuşmaz
yalnız ıslatır onu hızla çoğalmak için
o zaman anladık, bu balta
en yumuşak putları dâhi kırmaz.

4/20 - halit berk bulakoğlu'na

All Of The Fallings Are Lethal

bu, yıkılagelen bir duvarın bahsi değil
yazık! kimse birden ölmüyor
göğüslerde hep geniş yaşamakların daraltısı ve
granit tanrılara korkak 
secdelerden kalan iz
yeni sokaklarda kentlerde ezbere
adımlarla herkes gibiyiz çünkü
herkes dünyanın vahşi cümbüşünde buluyor
kadim yalnızlıktan paylarına düşeni

yazık! kimse birden ölmüyor
öyleyse bana da uğrar bu bahtsızlık
dışarlarda pazar öğlesi sakinliği
içeride kasabaların ıssız akşamları
bir zamanlar diyerek bir zamanlar
elibelinde evlerin hep
galeyâna gebe önlerinde 
filizlenen ilkyazlara hayranlıkla
ayak bileklerimi kırıp duruyordu yazgım
yeryüzüne kan fışkırıyordu kalbimden
bir zamanlardı işte, yazık!
ben de birden ölmeyeceğim

Göç

insanların içlerine karış diyor annem
insanların içleri olsa karışacağım
istemezdim ruhumda tutsanmış bu hayvanı
istemezdim hayatın ters orantısıyla tekabül

boynu bükük bir yangından kaçırdığım her şeye
hakikat diyorum nicedir
olduğundan her şey kendi tanımından bir eksik
ve her şey kendi müphemliğinden sıyrıldığı kadar var
öyleyse beni hilkatinden bir katreyle tamamla
gel ve yüzümü eriten maskelerden
mevsimlere bir düzen dayatan olgudan
beni kendimde boğan derinlikten kurtar
çıkar kafamdan paslı çivileri
çıkar ve anlat
neden senin kan damarlarınla çiziliyor
benim coğrafyalarımın atlası
neden ölümden daha kaçınılmazdır doğum
neden bizleri kendi yansımasıyla kul edinmiş
hiçbir şeye muhtaç olmayan tanrı
gel ve kafamı koparıp götür nereye gidiyorsan
sonra belki deşersin balığın sonsuz karnını
sonra belki kuyuya bir ip atarsın
ve ölümü ışıklı bir kır düğünü belleyip
mağaraya geri dönenlerden sorarsın beni
çünkü ben artık tüm kör edilenler gibi
muhtacım bağışlanmaya
bağışla beni
bağışlayıp yalnız yüzünü
yüzün ki on sekiz bin alemin kardeşliği
yüzün ki
benden göç etmiş insanlarla dolu
annemin bahsettiği.

Ruh Ömer

I.  
ruhlar, 
bunca dehşetengiz muammanın içinde insan 
hastalıklı, nasırlaşmış bir eminlik ile  
ve kimi zaman 
başka bir hatırda tutuluyor olmanın sıcacık koynundan 
birdenbire kaçırılmış 
o derin su kuyularıyla benzeşerek 
hiç durmadan deveran ediyorken 
hep bir adım ötede 
yine de  
enseye öldürücü bir darbe teyakkuzunda sürekli  
izleyendir onu. 
izler,  
çünkü bu deveran 
hiddetli bir deveran bu.  
hiddetiyle çatlaklar bırakıyor  
zamanın ve mekanın atardamarlarında 
ruhlar ise usanmadan onarıyor 
kendi yaratılışına azıcık yaklaşanı. 
böylece tabiat  
sahiden bir tabiat haline bürünüp: 
sedirlerin daha bir yeşil oluşundan 
çınarların ve mağara ağızlarının 
kanın çok daha estetik oluşuna kadar 
bağrındaki kıyaslarla muhtevasını buluyor.  

II.  
onlar için 
yaşıyor, denilemez 
yaşamaktadırlar.  
bir eylemi eyliyor olmak ile 
eylemin kendisi olacak denli içinde bulunmak 
aynı olmamalı birbiriyle. 

her sabah bizlerle beraber uyanan 
her gecenin bizlerle beraber  
katrelerce daha oyduğu bir yasadan 
doğuyor olmalı farklılık.
aksi hâlde
insan olmak kudreti 
hem bu kadar içindeyken 
bu kadar da hariç olamazdı 
insanların kendisinden.  

III.  
insanların kendisi 
dönüşlülüğün  
bir çelişkiyle ulandığından başkası değil.  
çünkü dönüşler 
dönecek bir yer gerektirir ilkin 
insanın ise 
dönebileceği son yerdir 
yola çıktığı.  

çelişki 
süreksiz fakat 
yongalarından bir tek kendi birleşir 
çünkü nerede bir kavga varsa 
bayrağı tutan el 
daima elmaya uzanan o el oluyor 
uzanış hep o uzanış 
böylece tahayyül edilemez bir hızla sığlaşıyor  
tüm yasaların hep bir elden derinleştirdiği.  

IV.  
ruhlar bunu hatırlar 
zamanlardan hiçbir kubbe altında olunmayanıydı 
iki bilgenin  
göğün alacalığından az evvel  
bir kıyıya düşende yolu  
yeşil olurdu karşılarındaki muallak 
çünkü, mavi yoktu henüz 
yine de bu 
karıncaların denizlerden büyük olduğu anlamına gelmiyordu  
sonra gün ve gece  
böylesine iç içe geçmiş 
birbirlerini zehirleyen iki tutkun değildi 
gün 
neyi bir giz  
neyi bir göz ile görünen olarak 
yansıtması lazım geldiğini bilirdi bundan. 
misâllemek çoğulluğu gerektirmez 
yine de bir şeyi 
o şey 
sadece başka bir şey olmadığı için sevmek 
hafifletirdi omuzların solunu 
bunu bilmek yetecek.  

V.  
zamanlardan bütün kubbeler altında olunanı 
ömer 
ruh ömer 
ruhlardan ömer olanı.  
-çünkü bir yerlerde başka ruhlar da olmalı 
...çünkü 
çünküsünü şair bilemez 
ekseriyette naifçe taşlarızdır 
diyor biri 
kaldı ki bir ademoğlunu 
sıfatlardan ruh olanının yüküyle sınayalım 
olacak iş mi?  
şair sadece ömer olanı biliyor  
ömer, kendiliğiyle sınanan 
ömer 
ruh ömer 
ruhlardan ömer olanı.  

V.I. 
geceden habersiz günlerden birinde doğdu 
ne olup bitiyorsa evrende 
madde ve antimadde 
ölmek ve doğmak 
içine sinen amansız nedenselliği 
daha ana rahminde sezmişçesine 
boynunda kocaman bir rikkat muskası,  
sessiz ve sedasız.  
şaşırdılar önce: bu çocuk ölü.  
koşun, yetişin, susun, dinleyin!  
amansız bir telaşeye verildi ortalık 
kaldı ki haklılar bunca figânda 
böylesine bir çıkmazın içine doğuyor olmak 
hoş bulduk yerine  
ağlamayı gerektirir 
ancak ölü olmak susturabiliyordur feryadı 
ne de doğru.  
oysa ömerinki 
ömerin susuyor olması 
geldiği yerden yolluk edilen rikkatti sade. 
belki de bundan  
ömere
ruh dediler sonradan.  

V.II. 
çocukluğu yıllar süren bir saygı duruşu gibi  
kendi kalbi hariç  
hiçbir teli titretmeden geçip gidince  
babası yanına çağırdı ömeri
on dördüydü 
bizimki avlunun sokak kapısına bakan tarafında 
karıncaları izliyordu yine 
karıncaları hep insanlara yaraştırırdı içinden 
insanlar gibiler 
bizler gibi sürekli bir şeylerin peşindeler  
işte, besbelli, görüyorum
o zaman niçin  
birer karıncadan saymayalım kendimizi?  
on dördünde bir çocuk 
işittiği gibi babasının tok sesini 
koştu balkonundan beniunutmalar taşan evine 
yeşil beniunutmalar 
ömer, dedi boynu her an toprağa düşecekmiş gibi olan 
artık burada olmayacağım 
sonra ellerini bir makine refleksiyle götürdü 
çocuğun kopup giden yüzüne  
ömer 
bizim ömer 
kalbinde açığa demirlemiş bir gemiydi babası 
zaten bunca yıl yanaşmamıştı 
burada olmaması artık neresine değer ömerin?  
başka bir yerde olacak mısın peki?
diye soruverince bizimki 
şaşırdı ve saklıdan korktu ufuktan ayrılmayan 
beklediği belki diz boyu bir çukurken 
derincesinden bir kuyu  
olacağım fakat 
-ah bu fakat yok mu  
ne de ustaca bulandırır kendiliğinden berrak olanı.
olacağım fakat bir sızıya benzeyecek.  
on dördünde bir evlat  
bir sızıyı kaç yerinden kavrasın?  
bunu şair bilemez 
oysa ömer  
bizim ömer anlayacaktı  
niçin birer karıncadan saymayız kendimizi.  
belki de bundan 
ömere
ruh dediler sonradan.  

V.III.  
arada  
binlerce gün yitiriliyor rotasız 
tıpkı on dördünde ömerin  
kopup giden yüzü gibi.  

V.IV.  
sonra gençlik  
simasına çakıl grisi döşeyerek geldi bizimkine 
gençlik ki  
ötekilerin bütün dudak büküşlerini meşru kılıyor 
gençlik ki  
ömerin bile kanını kaynatır diyorlar 
ömerin bile.  
ötekiler ömerden bahis açarken  
ağızlarının kenarında hep  
acemice gizlenmiş bir muhakeme dururdu.  
oysa hiçbiri  
ömerin kim olduğunu bilmez  
kim bu ömer?  
ömerin bile derlerdi bir başkası için sıfatlar biçecekken 
ömerin bile ağırlığınca bir niceliği var
ah ömer!
ötekilerin körpe zihninde
bir kıyas ruhuna dönüşmüştü şimdiden.  
o ise 
bunca panayırı umursamaz 
dünya üzerindeki hacmini 
şairin bilemeyeceği inadımsı bir çıkışla 
incecik rüzgarlardan bir parça daha ileri taşımazdı.  
derin bir keyif alıyordu ne yalan söylesin 
doldurulamayacak 
bu kadar çok boşluk olmasında.
yine de levh-i mahfuza yazılmış gibi bu yaşta 
kimseciğe de sezdirmeden 
aşık mı olmalı?  
ah ne budalalık!  
bizimki  
doğarken ağlamış ömerlerden olsaydı 
bu bir ihtimal haline gelebilirdi  
oysa ömer  
aşık olacak olursa şiir biter 
aşktır ki  
bulunamaz ise eğer  
diğer bulunamamışlar gibi  
sadece bulunamamış olmaz 
kaybedilmiştir de.  
belki de bundan 
ömere
ruh dediler sonradan.  

V.V. 
arada 
binlerce gün 
birbirine ayna tutuyor 
siz bakmayın ömer'in 
kimseciğe sezdirmeyişine.  

V.VI. 
geçtik ve nihayet ömer 
kırk ikisinde bir silüet.  
hani  
geceleyin yolculuklarda 
koca dağların dahi dönüştüğü gibi. 
kırk ikisinde ömer  
kendi varlığından eksilen boyutu 
her yerinden kavrıyor 
ve biteviye dolanıyor kendi ekseninde.  
ömer 
bizim ömer 
kendiliğiyle sınanan 
yahu, bir arpa boyu yol mu almalı artık?  
acaba lyralar ömeri mi çalmalılar?  
yoksa eksik mi bu armoni ömer olmadan?  
diye diye ömer  
oluşu kendinden bir batağın içine çekiyorken 
araya tekrardan  
hıncahınç bir fakat giriyor 
kimine göre en acı olanı fakatların 
fakat: ömer kırk üçünü görmeyecek  
öylesine yaklaşıyor bir sabah  
bir sabah ömerin 
yatakaldığı soğukça yerde 
sınanması bitiyor.  
soğukça çünkü 
...çünkü 
çünküsünü şair bilebilir.  
çünkü başka hatırların hiçbirinde 
en küçüğünden bir iz bırakmıyor ömer 
ne yaşıyorken o 
ne de yaşamıyorken 
hiç kimse duymadı
ruh ömer! diye seslenen başka bir kimseyi  
ömer 
seslerin içinde bir  
sessizlik gibi  
kendiliğiyle sınandı ve gitti 
bu yüzden  
ömere dair anlatacak 
ruh ömer oluşundan başka bir şey yok 
hiçbir şairin elinde.  

V.VII. 
ömer  
bizim ömer.  
belki de bundan ömer'e 
ruh dediler sonradan. 

Uçuyor Diye Vurulan

nihayetinde herkes
kendi ölümüne benziyor.

kuytusuz
peygamber sadeliğinde yürüdüm
yüzümü ısrarla eksilten sokak
olup bitenden de hiç haberim yoktu sahi
geceden
vapur korkuluğunun soğuğu inende
onlar da inmişler
yakalarında kendi karanfilleri

işte yürüdüm
ardımdan ağını örecek bir örümcek yok
ardımdan bakan herkes anlayacak
kaçıp sığındığımı
oysa topraktan beri ağlarım bu hirada
uçuyor diye vurulan
uçuyor diye vurulan
uçuyor diye
kuşlara

işte anladım
tuhaf olduğunu kabul edince
başlıyor yaşam.

Kusursuzluk Övgüsü

insan insana yağmurdur da
insan kendinin sonbaharıdır dedim
döndüm,
kusursuzluk övgüsüdür yüzün
gözlerin arkheyi hüzün dayatır misal
bir cevabın var mı?
hangi gökyüzü zerresine sıkışıp kalmış
titrek bariton huzurusun aidiyetin?
sözgelimi hangi kavgamdan kalan enkazsın?
ya da kaç bin yıllık geçmişin telafisi?

döndü,
dokunulmamış orman rengiydi gözü
bakışlarında yaz çürüğü bir mevsim
ben şiir sevmem dedi, haklıydı
balıklar asla bilemezdi ki
dünyanın dörtte üçü sudur.

Acis'in Alnında Bir Bozkır

sarı bozkırlar düşlüyorum
alnında sarı boşluklar
alnında upuzun günler
alnında, toprağı yakan ter
ey Acis!
güneş battı az evvel
bilmem nerenin bozkırındadır şimdi
bugünlük onu boşver.
çocuklar masal örüyorlardır
onları dinleyelim
yahut uyuyalım 
karşılanmak ister güneş
karşılanmak ister
bozkırdan geçecek tren.

hadi kalk Acis!
çocuklar çoktan koştular
minik ellerinde kocaman taşlarla
treni bekliyorlardır
o istasyonsuz treni
bozkırımızdan, sadece gelip geçen treni
bilmiyorum neye sinirleniyorlar
istasyonsuzluğumuza mı
yoksa bize mi Acis
yoksa kendimiz miyiz
her gün taşladığımız tren
yoksa bu çocuklar
bozkırlarda mı gömülü?

Birkaç Yüz Yıl

Uykusuzluk,
Ruhun apartman boşluğudur
Pencerelerde çicekli saksılar olmayan
Ve ok gibi saplanır geceleri sırta
Hüzün, keder veya neyse adı
Birkaç yüz yıldır böyleyim, şaşırma
Kozasız kelebekler kusuyor bağrım
Bilincim rotasız ve daim açık
Ardı tuzak dolu kapılar gibi
Doktorlar insomnia diyor buna
Minik bir serçe ise kaybolan yıllar
Ne serçe yalan söyleyebilir bana
Ne de gittiğim suratsız doktorlar

Maruzattan öte,
Bir saplantı yormak vaktidir şimdi
Ağlamayı bile öğrenmeden henüz
Ağlamaklı dizeler yontmak
Ağlamaktan da zormuş oysa
Söylemedi bunu kimse
Her neyse,
Tek şekerli olsun bütün çaylar
İskandinav boylarına benden selamlar!

Ada ve Mavi Kuş

I
Uzak okyanuslar ortasında,
Denizlerin tenha dalgasında
Bir küçücük ada
Kimse görmemiş,
Hiç gidilmemiş.

II
Bir mavi kuş
Boşuna uçmaktan,
Artık yorulmuş
Çünkü açık denizlerde yitirmiş
Yolunu ve kendini.

III
Sonra mavi kuş
Tam düşecekken bulmuş
Ve inip biraz
Dinlenmek istemiş
O küçük adaya
Ansızın konmuş

IV
Merhaba demiş ada
Neden kondun ki bana?
Ben çorak ve ıssızım
Çok karanlık ve ışıksızım

V
Cevap vermemiş mavi kuş
Merhaba diyip susmuş
Çünkü ada anlar sanmış
Ne değerli ve güzel olduğunu
Bir yorgun kuş için
Okyanus ortasında

VI
Fakat ada susmamış
Azıcık inatçıymış
Beni kimse sevmez demiş
Neredeyim bilmez demiş
Ben alıştım buna
Sen de durma burada

VII
Biraz şaşırmış mavi kuş
Birazcık da korkmuş
Çünkü ilk kez görüyormuş
Sevilmekten korkanı
Sonra dönüp sormuş
Neden istemiyorsun durmamı?

VIII
Ada biraz sinirlenmiş
Çünkü duramazsın demiş
Ben çirkin ve uzağım
Belki de senin için
Bir tuzağım
Ya bağlanırsan bana?
Ya uçmak istemezsen bir daha?

IX
Biraz durmuş mavi kuş
Sonra açıkça konuşmuş
Benim işim uçmak demiş
Bir yerlere konmak demiş
Sen güzel bir adasın,
Çirkinliğe uzaksın
Koca okyanus ortasında
Umut veren bir duraksın
Ve ben yoruldum artık
İzin ver de durayım
Bağlanırsam bağlanayım
Belli bile etmem sana
Söz.

X
Olmaz demiş küçük ada,
Yalan söyleme bana.
Sen belli etmezsin ama
Ya ben bağlanırsam sana?

XI
Mavi kuş durup düşünmüş
Biraz da gözyaşı dökmüş
Çünkü karanlık okyanusta
Son ışığı da sönmüş.

XII
- Gitmeden bir kez iyi geceler de bana, içten.
+Diyince her şey bitecek mi? Işık sönecek mi?
- Evet.
+İyi geceler, içten.
  Mavi kuş havalanmış...

Gecedir Bu

sor ki ne denli yitirmişim
iki parmağım arası duman
iki insan arası uzak
iki göz birbirini görmezse
gecedir bu.
kurulur mahşer yeri
sonra kurulur saatleri sabahın
sor ki niye bakarım böyle garip
böyle güzaf
böyle nafile
çünkü çöküyor gece
bilmem ne desem anlarsınız
başlı başına bir sebep
aynı zamanda 
sabaha varan sonuç
ve göğsüme kapkara bir yük
zirâ her dirilişe
bir ölüm lazımdır ilk.

Toz ve Portakal Çiçeği

Beş basamak merdiven
Üçüncüsünde durdum,
Yoruldum
Kudretli bir volkan sönüyor gibiydi.
Beş adımdı aramız
Üçüncüsünde durdum,
Güldün
Bütün şehir lunaparka kesti.

Sonrası tuhaf zamanlar seli
Birtakım lahzalar işte, koyver
Ne bilerek ne isteyerek
Görünür-görünmez ve abstrait mor
Örneğin birkaç kuyu kazdılar -idi
Ötekinden berikine
Ve göğüs kafeslerimden
Dökülen yalanlara 
Eşlik etmiş -idi
Biraz dumanlı birkaç begonvil 
Salınarak duvar üstlerinden,
Bu bildiğin kader -idi
Bildiğim kadar -idi

Belki de bundandır,
Bundandır elbet
Nicedir gözüme toz kaçmıyor
Bir de
Ölen portakal çiçekleriyken
Gömülen ben oluyorum.

En Çok Nereyi Seviyorsan Şehrinde

En çok nereyi seviyorsan şehrinde
Seni orada bekleyeceğim
Keskin ikilemlerden doğmuş yaralarla
Kalp dediğin nihayetinde et parçası
Kaç darbe yemişse o kadar yumuşak
Sahi kaç gün daha böyle geçer?
Soluksuz, bakışsız ve düz
Bir şeylere ihtiyacım var
Zamana
Merhametli bir yalana
En çok da kafanı göğsüme yaslamana
Saçmalıyor da olabilirim
Bundan doğal ne var?
Adını bile daha önce duymuştum
Adına daha önceden de aşık olmuştum
Fakat gel gör ki
Gözlerine şiir yazamam
Bizi oraya çeken her neyse
Ki bunun adı elbette sabır
Acılarımızla bağladı
Şimdi
Ellerimde yumuşacık bir kalp var
En çok nereyi seviyorsan şehrinde
Seni orada bekleyeceğim
Gel
Al.

Kızıldeniz'in Öteki Ucu

şu ağustosun bir sırrı var bilirim
temmuza dahi söylemez, geçtim eylülü
gerçi seni de geçmiştim ne komik
hatta geçmişin dahi geçtiğini söylerler bak o da komiktir
fakat bazı gemilerin içimizden geçtiğini gördüm
gördüm ki veda edecek mecalimiz dâhi yok
çünkü yokluk saf ve temiz bir güzellik sırtlamış
biz kirli oyalamasına boyun eğerken varlığın

hani sana defalarca söylemiştim ya ben
hani gecelerce anlatmıştım sen beni duymuyorken
ne aciz yaratıktır şu insanoğlu diye
sana gökyüzünün her zerresini vermek isteyip
oysa tek yıldız dahi çok uzakken bana
binlerce yıllık günah
ve milyonlarca yıllık bir affediliş kadar uzakken
veremediğim o gece anlamıştım
anladım ki insan, şeytandan bile nankör
anladım ki şeytan, mızrağı soktuğumuz çuval
ve sen, Kızıldeniz'in öteki ucundasın
ben Musa ve elimdeki asa değilken
demektir ki
masumlar duymuyor günahkârları cennetten
zira o gece duymuyordun beni
ya bombalar eşlik ediyordu o şiirlere
çocuklar kurşunla, biz utançla ölüyorduk
ya da sesimi bastırmıştı bahsettiğim gemiler
zaten her ihtimal bir cehennem değil mi
her halükârda ölmüyormuşuz gibi bakma hayata
ne desem boş çaresizliğidir yaşamak dediğin
ve sen zaten beni duymuyorsun ki.

Trenler

ne bileyim
kader oturtur sanmıştım her şeyi rayına
ben trenleri devrilmez sanardım
ne bileyim.

Back to top